İçeriğe atla
Instagram Twitter Linkedin Youtube
  • Home
  • Activities
    • Events
    • Publication
  • This paragraph should be hidden.

  • Who are we?
  • Upcoming Events
  • Contact
  • TR
  • Home
  • Activities
    • Events
    • Publication
  • This paragraph should be hidden.

  • Who are we?
  • Upcoming Events
  • Contact
  • TR

Funda Yıldırım ile Röportaj — CogIST

Türkiye’de bilişsel bilimle ilgilenen gerek amatör, gerek öğrenci, gerekse uzmanları kapsayan bir sosyal ağ oluşturma hedefi doğrultusunda, farklı alan ve kurumlardan hocalarla kendi çalışma sahaları ve profesyonel hayatlarına ilişkin röportajlar gerçekleştiriyor ve yine aynı başlıkta yayınlıyoruz. Akademide, sanatta ve fikir camiasının belki de her kolunda, düşünüyoruz ki fikirler yaşamla dolayımlıdır.

Funda Yıldırım, Hollanda, Twente Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Hesaplamalı Nörobilim ve Görsel Algı Laboratuvarı’nın (CNVP Lab) baş araştırmacısıdır. Laboratuvarında yürüttüğü araştırmaların odağında, davranışsal ve fizyolojik ölçümler ve nörogörüntüleme yöntemleri kullanarak (özellikle görsel algı olmak üzere) insan duyusal algısını anlamak ve modellemek vardır. Son zamanlarda öğrenme üzerine interdisipliner çalışmalarda da yer almaktadır.

C: CogIST

F: Funda Yıldırım

C: Hocam, ilk olarak sizden biraz kendinizi tanıtmanızı rica edeceğim. Bize biraz çocukluğunuzdan, nasıl büyüdüğünüzden, ilk gençliğinizden bahsedebilir misiniz? Çocukluğunuza dönelim yani.

F: Elbette. Şimdi, nereden başlasam? Ben daha ilkokul eğitimime bile üç farklı ülkede devam ettim. Annemle babamın tayinleri dolayısıyla kreşi İngiltere’de okudum. İlkokul birinci-ikinci sınıfın büyük oranını Amerika’da okudum. Bu yüzden de hala İngilizceyle cebelleşiyor olmam bana komik geliyor. İlköğretim yıllarımı bu şekilde tamamladım. Yurtdışından dönünce biraz adaptasyon sorunum oldu hatta. Amerika’da çok daha basit bir müfredat takip ediyorlardı. Türkiye’ye gelince süreci toparlamam, derslerin içeriğinde ne olduğunu anlamam beşinci sınıfa kadar sürdü. Ancak ortaokul yıllarında çalışmanın keyfine vardım, ders çalışmayı sevmeye başladım. Lisede Ankara’da bir Anadolu Lisesi’ne gittim. Lise benim için çok kısa sürdü, İngilizce hazırlığı atladım, son bir dönem de sınava hazırlık… Üniversiteye de 16 yaşında başladım, sınıfın en küçüğü bendim. Üniversitede Bilkent Bilgisayar Mühendisliği bölümüne girdim. Lise döneminde psikolojiyle çok ilgileniyordum aslında. Ancak çok kısa bir lise dönemi geçirdim, ne istediğimi anlamak için çok vakit yoktu, bir yandan da sanatla çok ilgiliydim. Bilgisayar mühendisliği okursam animasyonlar yaparım diye düşünüyordum. Bir yandan da psikolojiyi çok istiyordum ama fen alanında daha iyiydim. Lisede seçtiğim alandan dolayı da psikolojiyi seçmedim. Böylece üniversiteye kadar geldim.

C: Hocam, mühendislik okumaya karar verdiniz ama yola direkt bilgisayar mühendisliği diye mi çıktınız, yoksa başka bir mühendislik de olabilir miydi?

F: Yola bilgisayar mühendisliği diye çıktım, elektronik mühendisliğine de sıcak bakıyordum. Ortaokulda bilgisayarım alındığından beri ben mahallenin hackerı gibiydim. İnsanlar bir şeyi hacklemek isteyince bana gelirdi. Bana ilk bilgisayar alındığında o kadar ilgi göstermiştim ki direkt bir “nerd” haline gelmiştim daha o yaşta. Tabii ki bunu böyle çok basit yöntemlerle yapıyordum ama çok ilgim vardı bilgisayarla ilgili her şeye. Elbette lisansa başlayana kadar ne yazılım biliyordum ne bir şey, ama bilgisayarla vakit geçirmek çok zevk veriyordu. O yüzden de uygun olduğunu düşündüm. Ancak girdikten sonra bilgisayar mühendisliğinin aslında ne olduğunu öğrendim çoğu arkadaşım gibi.

C: Hocam ilk bilgisayarınıza ne zaman sahip oldunuz?

F: Ne zaman?.. Beşinci sınıfta alınmıştı ilk bilgisayarım.

C: Bayağı bir kurcalamışsınızdır o zaman, hani olur ya, bir şeye ilginiz varsa deli gibi onu kurcalamak ve onunla oynamak istersiniz.

F: Evet, bir de yazın üç ay bilgisayar başında oyun şifresi çöz, interneti çöz… Yazlarım bu şekilde geçerdi.

C: Bilgisayar mühendisliğine başladıktan sonra hayal ettiğiniz şeyi bulabildiniz mi? Ya da beklentinizi karşıladı mı?

F: Bilgisayar mühendisliğinin beklentimi karşılaması biraz uzun sürdü, çünkü istediğim herhangi bir şeyi öğrenmek ancak üçüncü ve dördüncü sınıfta seçmeli derslerle mümkün oldu. Ona gelene kadar her mühendislik öğrencisi gibi aslında hiç öngöremediğim derslerle boğuşmak zorunda kaldım. Bir de ben üniversite hayatım boyunca gönüllü olarak en az iki-iki buçuk bölümlük ders aldığım için bilgisayar mühendisliğini bir yan bölüm gibi okudum. Benim biraz değişik bir transkriptim var. Ama hep sevdim bölümümü, hiç “bu mesleği niye seçtim” demedim. Sadece ara ara “ben buradan mezun olabilecek miyim” dediğim oluyordu. Hep sevdim, evet, ama bilgisayar mühendisliği hayatınızın merkezinde olacak bir meslek değil, onu bir araç olarak kullanıyorsunuz. O yüzden hep kullanışlı geldi bana. Ama içimde hep buradan başka bir yerlere sapacağıma dair bir his vardı.

C: Peki hocam, hiç animasyon yaptınız mı, ilk başlarda hayalinizde olan animasyon fikri hiç gerçekleşti mi?

F: Animasyon dersini de aldım, animasyon da yaptım ama bunu tamamen manuel yöntemlerle, çizimle yaptım. Öğrendim ki bilgisayar animasyonu aslında bilgisayar mühendisliğinin en çok matematik gerektiren, en zor alanlarından biri. Yani, daha şu yaşıma kadar bilgisayar grafiği yöntemleriyle animasyon yapmışlığım yok. O hayal birinci sınıfın birinci döneminde kaldı. Yapmadım yani.

C: Peki hocam, başka hangi bölümlerden ders aldınız? İki buçuk bölüm bitirdim dediniz. Nelere ilgi duydunuz o dönemlerde?

F: Psikolojiden çok fazla ders aldım. Onun dışında grafik bölümlerinden, sanat bölümlerinden ders aldım. Şimdi girersem oraya… Tiyatro bölümünden, turizm bölümünden, mütercim tercümanlıktan… Yani adeta üniversiteyi bilgisayar mühendisliği artı hobi kursu gibi bitirdim.

C: En güzeli.

F: Evet. Bir de Bilkent’te şöyle bir kural vardı, on kişiyi toplarsanız istediğiniz dersi açtırabiliyordunuz. İşte bu şekilde Japonca, makyaj yapımı gibi dersleri arkadaşlarımın kolundan tutup çekerek açtırmışlığım vardır.

C: Tabii Bilkent’in böyle bir şeye imkân veriyor olması da çok güzel. Üniversitenin lisans döneminin, seçtiğiniz üniversitenin insanı hayatı boyunca etkileyen, kişiliğine de yön veren bir zaman ve yer olduğunu düşünüyorum. Hem entelektüel yaşamınızda hem kariyer gelişiminizde sizce Bilkent Üniversitesi seçiminiz sizi nasıl etkiledi? Beklentinizi karşıladı mı? “Bilkent Üniversitesi’nde okumasaydım, şu olmazdı” dediniz mi hiç?

F: Bilkent’in iki önemli özelliği var. Biri sizi ilk günden “akademisyen olacaksınız” yönlendirmesiyle yetiştiriyor. Yani biz mezun olduğumuzda hiç akademiyle ilgilenmeden bile akademik yaşam hakkında çok şey bilerek mezun olduk. Hatta Bilkent’in tanıtım filminde ilk sahne Stanford Üniversitesi’nde başlar ve iki kişi birbirine dönüp “Bilkent’ten mezun olduğunuzda Stanford’da arkadaşlarınızla karşılaşma şansınız çok yüksektir” der. Burada yaratılmak istenen algı “Buradan mezun olacaksınız, doktoraya da Amerika’ya gideceksiniz” şeklindedir. Benim ailemde bir akademisyen yok ama akademide kendimi hiçbir konuya, hiçbir duruma yabancı hissetmememin nedeni Bilkent’in bu eğitimiydi. İkincisi de mühendislikle ilgili, bilgisayar mühendisliği aslında kafası karışık insanlar için çok iyi bir bölüm çünkü programlamayı öğreniyorsunuz, yani makine diliyle, makineye komut vermeyi öğreniyorsunuz. Daha sonra hayatınızda bu beceriyi her şey için kullanabilirsiniz, her türlü araştırma için. Hele günümüzde, bu beceri her konuda işinize yarayacaktır. Bilgisayar mühendisliği benim için altın bilezik olmasa da cebime koyduğum bir beceri oldu. Daha sonra ilgilendiğim tüm konuları bilgisayar mühendisliği yöntemlerine bağlamam mümkün oldu. Bilkent’ten, bilgisayar mühendisliğinden öğrendiklerim teknik arka plan, akademik hayata yatkınlık ve düşünme becerisi oldu.

C: Peki hocam, sonra Bilkent’ten vazgeçmişsiniz, ODTÜ’ye gelmişsiniz. 🙂

F: Bilkent’ten vazgeçmişsiniz- :), ODTÜ her zaman kalbimde yeri olan bir okul. Zaten Bilkent ve ODTÜ komşu okullar. Öğrencilik hayatında, sosyal hayatta, akademide ODTÜ’nün yeri tartışılmaz. ODTÜ’nün sosyal anlamdaki üstünlüğünü ODTÜ’ye gidince gördüm. ODTÜ’ye nasıl geldiğimden bahsetmem gerekirse önce Bilkent’e geri dönmem gerekecek. Ben ikinci sınıftayken Bilkent’te psikoloji bölümü açıldı, benim okula girdiğim yıllarda yoktu. Ben psikoloji bölümünde açılan dersleri olabildiğince aldım. Bilkent’in o dönem görsel algı odaklı bir akademik kadrosu vardı. Açılan dersler ve konu çok ilgimi çekiyordu. Ne yapabilirim, bu konu nerede çalışılıyor diye araştırınca, bilişsel psikoloji ve bilişsel bilimler alanlarına ulaştım. Mezun olduğumda da mühendislik yapmak istemediğime zaten karar vermiştim. En yakın ve belki de en güzel ODTÜ’de vardı Bilişsel Bilimler bölümü. Bu sebeple rotayı ODTÜ’ye çevirdim ve orada devam ettim.

C: Memnun kaldınız mı ODTÜ’nün eğitim sürecinden, o dönemde aldığınız derslerden?

F: Çok memnun kaldım, çok da kompakt bir süreçti. İki yılda dersleri ve tezi bitiren sayılı öğrencilerden biriydim. İki yıllık tüm süreç araştırma yaparak ve mastır derslerine odaklanarak geçti. Ders seçim skalası çok güzeldi, istediğiniz çoğu konuda ders sunuyordu program. Hocaların hepsi alanında çok iyi isimlerdi. Bu sayede çok istediğim bir tez yapabildim. ODTÜ’deki ilk fonksiyonel MR tezini ben yazmıştım, Didem Gökçay’la çalıştım. Hala ODTÜ’deki ders notlarımı kullanırım zaman zaman ders verirken. Çok çok güzel bir iki yıldı, iyi ki tercih etmişim ODTÜ’yü.

C: Hocam biraz daha mastır döneminizden bahseder misiniz, yani ne üzerine çalıştınız, nasıl bir süreçti, zorluk çektiğiniz şeyler nelerdi?

F: Mastırda hemen hemen hiçbir konu da zorluk çekmedim. O kadar mutluydum ki o iki yıl, hayallerimdeki mesleği bulduğumu düşünüyordum. Ama şöyle ilginç bir dönüşüm oldu: ilk bir yıl ben dilbilim çalışmayı düşündüm ve hesaplamalı dilbilim dersleri aldım. Bir gün bir ders için ödev yapıyordum, artık kaçıncı değişik dilde ödev yapıyordum, sayısını unutmuşum ama Endonezyaca ile ilgili bir ödevdi, onu hiç unutmuyorum. O zamana kadar bir şeyleri öğrenmiş olduğuma dair bir his vardı içimde, ancak o ödev benim o hissimi tamamen yıktı. Dedim ki, “benim bütün dillerle ilgili genel bir kanı geliştirmemin olanağı yok”. Serde mühendislik olunca her şeyde düzenli bir örüntü arıyorsunuz. Dilde bunun olamayacağını anlayınca görsel algı çalışan hocamızın odasına, dersten çıkıp koşarcasına bir gidişim vardı… Daha sonra, görsel algı çalışmaya başladım. İkinci yıl tamamen görsel algı üzerine odaklandım.

C: Hocam sanatla da çok ilgiliydim dediniz, hatta animasyona da ilginiz vardı. Görsel algı konusunu seçmenizde sizce bu durumun bir etkisi olmuş mudur?

F: Muhtemelen olmuştur, nasıl diyeyim… Süreci tam olarak açıklayamam ama görselliğe, görsel estetiğe duyduğum ilgini belki de bunun arkasındaki bilimi merak etmeme neden olmuş ve görsel algıyı seçmişimdir. Çünkü görsel algı öğrendiğimiz ilk derslerde çoğu örnek sanattan verilir. Daha sonra da zaten sanata bir araştırma konusu olarak geri döndüm.

C: Peki hocam, sonra doktora için Groningen Üniversitesi’ne gitmişsiniz.

F: Bu arada doktoraya gelmeden bir şey daha, bence bunu eklemezsem eksik kalır. Mastırın, ilk yılında Bilkent’te yarı zamanlı iki tane araştırma projesi yürütüp ODTÜ’de de tezimi yazdım. Bu dönemde de Bilkent’e bir dönüş oldu. İki okulun da tüm olanaklarını değerlendirdim. Mesela MR makinesi Bilkent’teydi. Bilkent-ODTÜ dostluğunu da kullanarak mastırımı tamamladım. Ondan sonra, evet, Hollanda’ya geliyoruz.

C: Peki hocam, Hollanda’ya nasıl gittiniz? Başvurularınızı yaptınız, hayalinizdeki Groningen Üniversitesi miydi, nasıl bir süreçti? Biraz anlatır mısınız doktoraya geçiş aşamanızı?

F: Elbette, görsel algı üzerine çalışan, nörogörüntüleme kullanan bir proje araştırıyordum. Hollanda başvurduğum ilk yerlerden biriydi, kabul aldım ve gittim. Şimdi kendi öğrencilerime bakınca çok daha ince eleyip sık dokuyorlar, çok daha bilinçliler ne istedikleri konusunda. Ben biraz da aceleciyim kişilik olarak. Kararsızlık halinde olmayı hiç sevmem. O yüzden mastırdan cuma günü mezun olup pazartesi doktoraya başladım. Post-doc da aynı şekilde gerçekleşti, hatta şu anda çalıştığım pozisyon için de benzer şeyleri söyleyebilirim. Bir proje buldum, konusu görsel algıydı, kabul edildim. Groningen çok güzide bir şehir, hatta bir üniversite şehriydi, hocam da mastırdaki hocalarımın ortak çalıştığı bir isimdi. Benim için her şey tamamdı, hemen gidip başladım.

C: Memnun kaldınız mı peki Hollanda’dan, Groningen Üniversitesi’nden?

F: Şimdi perspektife koyunca aslında güzel bir doktora dönemi geçirmişim. Konu olarak “visual crowding”, Türkçesi bizde hala tam olmayan ama bizim tezlerde “kalabalık görseller” diye bahsettiğimiz bir konuda çalıştım. Nasıl desem, bu konu çok yoruma açık olmayan, çok objektif, objelerin lokasyonuyla ve kimlikleriyle ilgilenen, bunları nasıl algıladığımızla ilgilenen bir konu. Bunun üzerine dört tane proje yaptım. Zaten Avrupa’da genellikle dört yıl süren doktorada her yıl bir makale çıkarmanızı bekliyorlar. Tam istediğim metotlarla da çalıştım. Konu olarak çok güzeldi, danışmanımla çok iyi bir iletişimimiz vardı. Ancak ben Kuzey Avrupa’da olmaktan sıkıldım daha ilk yıldan başlayarak. Kuzey ülkelerinde doktora yapmış çoğu arkadaşım da benimle aynı fikirdedir. O yüzden güzel bir doktora dönemi geçirmiş olmama rağmen ODTÜ’deki, Bilkent’teki hocalarımızla, oradaki yaşamla benzer seviyede bir süreç geçireceğimi düşünmüşümdür. O yüzden “Avrupa’ya gittim, orada daha kaliteli bir eğitim hayatı geçirdim” diyemeyeceğim. Ama imkân olarak elbette çok daha üstteydi, bu da işlerin hızlı yürümesine sebep oluyordu. Belki hiç katılamayacağım kadar konferansa katılıp, benimle benzer konularda çalışan çevreler edindim. Uzmanlaşmış kişi sayısı daha fazla Avrupa’da Türkiye’ye göre. Doktorayı bitird,ikten sonra akademiden devam etmeye karar verdim, ki bu da aslında doktoranın iyi geçmiş olduğunu gösteriyor.

C: Daha sonra post-doc için Boston Üniversitesi’ne gitmişsiniz, Türkiye’ye dönmemişsiniz. Yurtdışında devam ettirmeye karar vermişsiniz kariyerinizi.

F: Evet, akademide devam etme kararı beni çok tatmin eden bir karardı. Hatta doktoranın sonu biraz zorlu geçmişti ve daha sonra çok da kolay bir karar olmasa da akademiye devam etmek istediğim için çok da soru işareti olmadı aklımda. Ancak Amerika’ya gitmemin, özellikle Amerika’da pozisyon bakmamın bana Bilkent’ten miras kaldığını düşünüyorum. Bilkent Amerikan ekolünde olan bir üniversite. Sanırım Amerika’da bu işler nasıl yapılıyormuş diye merak ettim. Gittim, gördüm, geldim diyeyim.

C: Kaç yıl sürdü post-doc?

F: Bir yıl sürdü. Aslında orada bir yıllık post-doc pozisyonlarına kabul alınıyor ve daha sonra genellikle sizden bir proje yazmanız bekleniyor. Orada gider gitmez hemen bir proje yazdım. Kabul olsa daha da uzayacaktı. Proje kabul olmadı. Ben de ikinci bir post-doc pozisyonu bakmak yerine, sanıyorum biraz da psikolojik olarak, yurda dönme ihtiyacı hissettim. Hemen Türkiye’de işe başvurup, anında dönüp İstanbul’da çalışmaya başladım.

C: Hızlı bir karar olmuş. Yani neden orada kalmadınız diye soracaktım aslında, neden yurtdışında kalmadınız ya da yurtdışında başka herhangi bir pozisyon bakmadınız, neden Türkiye’ye döndünüz? Şimdi akranlarımın aklında hep bu soru var. Giden biri neden döner?

F: Aslında Amerika gerçekten akademinin çok değer verildiği, sistemin oturmuş olduğu bir yer, yani akademide olmak için çok güzel bir kültür. Orada da çok şey öğrendiğimi düşünüyorum bir yıl kalmama rağmen. Ancak çok rekabetçi olması gibi temel bir zorluk var, o kadar ki, orada herhangi bir laboratuvar kurmak için benim en az dört yıl daha post-doc yapmam gerekirdi. O kadar uzun süre ara bir araştırmacı pozisyonunda durmak bana göre değildi. Yoksa imkânları fena değildi, kalabilirdim de, ama olaylar böyle gelişti, döndüm.

C: Peki hocam, Türkiye’ye döndüğünüzde aradığınızı buldunuz mu? Şu an yaptığınız işten memnun musunuz?

F: Türkiye’ye dönmek tek başına çok mutlu ediciydi, sırf dönmüş olmak, buraya geri gelmiş olmak. Çünkü yurtdışında yaşamak size karakter olarak çok fazla şey katıyor, dünya görüşü olarak çok farklı pencereden bakıyorsunuz. Birçok şeyin değerini anlıyorsunuz, ben dönmemden de belli olduğu üzere, bunun farkına vardım. Hatta hepimizin sahip olduklarımızın değerini daha fazla bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de akademide sizden beklenenler çok düşük yurtdışına göre, üretim beklentisini kastediyorum. Ben üstümdeki beklenti az olduğunda çok daha iyi çalışan bir insanım. Anneniz size sürekli çalış dediğinde bir çalışmama isteği olur ya, aynı onun gibi, o his profesyonel iş hayatınızda da devam edebiliyor. Çok isteyerek çalıştım buraya geldiğimden beri. Beş yıl oluyor neredeyse. Geldiğime en çok öğrenciler açısından mutluyum. Öğrenciler harika, çok istekliler, çok yetenekliler, değerleri bilinince her anlamda karşılığını çok güzel veriyorlar. Türkiye’deki öğrencileri hiçbir ülkenin öğrencilerine değişmem. Ben gelir gelmez bir laboratuvar kurdum ve bu laboratuvar çok güzel şekilde büyüdü -güzel derken üretkenliği kastediyorum. Her yıl birçok mastır ve lisans projesi yaptık, yeri geldi doktora mezunu verdik. Enerji olarak da çok güzel çünkü insanlar, belki de burada bu imkanları daha az bulduğu için araştırma ortamında olmanın değerini biliyorlar. Yani ben burada da çok mutluyum. Biraz da sanırım yurtdışından gelince diğer olasılığı daha iyi bildiğiniz için buradaki olumsuzlukları da biraz halı altına süpürebiliyorsunuz. “Türkiye’ye döndüm, mutluyum” deyince şaşırıyor insanlar genelde.

C: Burada da değerinizin bilindiğini hissediyorsunuz. Öğrencilerinizden aldığınız geri dönüşler de sizi olumlu etkilemiş. Ne kadar güzel.

F: Ben, en azından ben çevremdekilerin değerini biliyorum. Tabii değer göreceli bir kavram, bir insan her zaman daha çok değer hak ettiğini iddia edebilir. Yani ben iyi-kötü bir şekilde değerlendirme yapamam ama dediğim gibi benim içinde olduğum durum üretmeme engel değil. Tabii ki engel diyebileceğimiz bazı etkenler var, bunu daha önce duyunca çok da inanmazdım ama bir yayının Türkiye’den bir dergiye gönderilmesiyle, Avrupa bağlantılı bir üniversiteden gitmesi arasında fark varmış. Bu konuda daha fazla zorlukla karşılaştım. Bu tesadüf mü? Sanırım şu an tesadüf olmadığını söyleyebilecek kadar çok çalışma yaptık. Ama bilmiyorum, aşmak zorundayız bunları, başka bir yolu yok.

C: Aslında sizler ülkemize döndükçe bunları aşmaya da bir adım daha yaklaşıyoruz. Yani burada sizin gibi hocalara sahip olmak…

F: Biz zaten siz varsınız diye buradayız. İki taraflı.

C: İki taraflı, gerçekten öyle. Bu süreçlerin tamamında, “en çok zorlandığım an”, hani “vazgeçeceğim artık” dediğiniz bir an ya da “bıktım” dediğiniz bir an oldu mu? Bir sürü insan bir sürü işte çalışıyor, hepsi de kolay olmayan süreçlerden, bazı kırılma noktalarından geçiyor. Sizin için böyle bir nokta oldu mu? Olduysa bununla nasıl baş ettiniz? Bize ne önerirsiniz böyle durumlarda, nasıl baş edelim?

F: Çok güzel bir soru. Cevabı kafamda toparlamaya çalışırken çok kompleks bir cevabı olduğunu fark ettim. Anlatmaya çalışacağım. Öncelikle akademide bulunan karakterlerden başlamak lazım. Akademi öğrenme isteği olan, meraklı olan, gerçeğin peşinde olan insana ihtiyaç duyuyor; bu da belli bir sistem dâhilinde düşünen ve çalışan insan gerektiriyor. Yani mantık çerçevesinde düşünebilen insanlar. Aslında idealist bir insanla karşı karşıyayız, istiyor ki çalışayım, çalışmamla doğru orantılı olarak karşılığını alayım. Bu insanların idealleri bir alandaki temel bulguları keşfedebilmek, bir alanı daha ileriye taşıyabilmek ya da bir alanda inisiyatif almak, belki bir enstitüyü, belki bir laboratuvarı yenilikçi bir ortamı yaratma arzusudur. Ama Türkiye’de bu hayallerin peşinden gitmek çok zor. Bir işi ilk defa siz yapıyorsunuz, insanlara tanıtıyorsunuz. Zaten halkla veya karar verici mercilerle iletişim kurup derdinizi anlatmak zorken, bir de işin politikası, insan ilişkileri, ikna kabiliyeti, finansman bulma çabası içinde olmak zorundasınız. Görevimiz sadece bu olsa insan kendini geliştirebilir. Ancak bir yandan da durup gerçeklerle, veriyle, teoriyle çalışmak zorundasınız. Bu ikisini günlük hayatınıza dâhil etmek için çoklu karaktere sahip olmalısınız. Bu durumda olmak benim için çok zor, iki tarafı birden idare etmek. Bir yandan kendi araştırmalarını yapıp bir yandan projelerin yürütücülüğünü yapmak gerçekten çok zor.

C: Evet, çok haklısınız, bir projeyi organize edip bunun yürütücülüğünü üstlenirken aynı anda bilim insanı olmak gerçekten çok zor. Bunca senedir akademinin içindesiniz hem yurtdışına gittiniz hem Türkiye’de bulundunuz. Sizce Türkiye’de bilişsel bilim nasıl ilerledi?

F: Bilişsel bilimler alanında çalışan araştırmacılara baktığımızda ben alanında çok güzel işler yapan, ne yapmak istediğini bilen, başarılı akademisyenler görüyorum. Ancak insan eksikliği var. Yani bilişsel bilim alanında çalışan araştırmacı hala çok az. Bu da özelleşilen belli alanların olmamasına yol açıyor. Herkes kendi araştırma alanındaki bir boşluğu doldurarak ilerlemeye çalışıyor. Genelde bir öğrenci bir konuyu çalışmak istediğinde yönlendirebileceğimiz bir-iki hocadan fazla insan yok. Bu da aslında araştırmacının bölünmesine sebep oluyor. O yüzden kolektif olarak bilişsel bilimlerde çok ilerleyemiyoruz. Bu alanda çalışanlar kendi alanında iyi ama yurtdışıyla kıyasladığımda birlikte bir şeyler başarabilmek, projeler yapmak, konferanslar düzenlemek, bir ağ oluşturup kültür yaratmak için kesinlikle daha fazla insana ihtiyaç var. Bu da ancak daha fazla kişinin yurda dönmesiyle mümkün olacak çünkü giden çok kişi var, dönen çok az. Bu da sanırım sadece akademiyle değil başka birçok etkenle ilgili. O yüzden zamanın ne getireceğini göreceğiz.

C: Hocam yüksek lisans sürecinizde önce dil üzerine çalışmalarınızdan, sonra görsel algı üzerine çalışmalarınızdan bahsederken bir nesnellik ve kesinlik arayışının baskın geldiğini, hatta bu durumun konunuzu değiştirecek kadar önemli olduğunu belirttiniz. O zamanki süreçten bugüne geldiğimizde nesnellik ve kesinlik arayışı şu an süregelen çalışmalarınızda nasıl bir rol oynuyor? Herhangi bir çalışma içerisinde biraz da olsa acaba “burada nesnellik sağlanmayabilir” dediğiniz an seçtiğiniz konudan ayrılıp başka bir alana ilgi duyduğunuz oluyor mu? Yoksa bu durum değişti mi?

F: Evet, nesnellik üzerine gerçekten çok düşündüm, hatta bazen biraz takıntılı olduğum bir konu, güzel yakalamışsın. Hala önemli benim için, öyle ki ben beyinden, sinirbilimde görsel algıyı anlatırken hala konuya gururla şöyle giriş yaparım: “Görsel korteks beyindeki en sistematik bölgedir, çalışma prensipleri önceden belirlidir.” Bu benim çalıştığım alanda en çok ihtiyaç duyduğum şey ve sinirbilimin kanunlarının olmaması da beni rahatsız eden bir durum. Matematikçinin, fizikçinin kanunu vardır, bizim yok işte, daha sistematik ama biz bilmiyoruz. Bu da beni sürekli beni rahatsız eder. Çalıştıkça görüyorum ki aslında sistematik olmasıyla övündüğümüz görsel algıda bile birçok kural bir illüzyondan ibaret. Bu biraz da bizim bilişsel bilimlerde ve sinirbiliminde emekleme döneminde olmamızdan kaynaklı. Çok çok başındayız biz bu alanın. Daha objektif, sistematik alanlar görünce oraya kayıyor muyum? Her zaman. Bu çok çekici geliyor ama mühendislik problemlerinde olduğu gibi bir kesinlik de aramıyorum. O da çok öngörülebilir, gizemi yok içinde. O yüzden hala görsel algı konusunda çalışıyorum. Bu yüzden şu an üst-seviye, sübjektif bilişsel mekanizmalardan çok reseptör seviyesinde ve duyusal algı konusunda çalışıyorum. Bunun asıl nedeni, senin de söylediğin gibi alanın daha sistematik olması ve daha kesin ölçümlere sahip olmamız.

C: Peki hocam, son soruma geçiyorum o zaman. Biz bilişsel bilime ilgi duyan bir grup öğrenciyiz. Bize ne önerirsiniz, ne yapalım, ne okuyalım, neleri tercih edelim, neleri tercih etmeyelim? Akademide ilerlemek isteyen arkadaşlarımıza nasıl bir tavsiye verirsiniz kendi tecrübelerinize dayanarak?

F: Öncelikle bilişsel bilimler alanındaki öğrenciler olarak bir grup unicorn olarak görüyorum sizi. Siz zaten bu kadar gürültünün içinde, akademik, çevresel gürültünün içinde ne yapmak istediğinizi bu yaşınızda belirleyebilmiş çok az sayıda insandan bazılarısınız. Sadece bunun için bile tebrik ediyorum sizi. Bilişsel bilimlere ilgili 20 yaşlarında insanlar olmak güzel bir şey. O yüzden çok fazla tavsiyeye ihtiyacınız olacağını düşünmüyorum, zaten bu yola baş koyduysanız çok tutkuyla çalıştığınız belli alanlar, belli başlıklar vardır. Aynen bu şekilde, bu saate kadar etkilenmediğiniz dışsal, ekonomik, toplumsal etkilerden, bundan sonra da etkilenmeyerek, o sizi çok heyecanlandıran konu neyse ondan devam edin. Dayanabildiğiniz kadar, gidebildiğiniz kadar gidin, belki ömür boyu bunu yapacaksınız. Sadece bazen ilginizi çeken konunun zaman içinde uygulama alanları çok fazla değişebiliyor. Çok beklemediğiniz bir sektörde de bulabilirsiniz kendinizi. O yüzden beklentileri çok kısıtlamamak lazım, o sizi heyecanlandıran, çalıştığınız konuda sizde merak uyandıran sorulara nerede cevap aranıyorsa kurum, sektör, mekan fark etmeden peşinden gitmenizi önerebilirim.

C: Çok teşekkür ederiz Funda hocam, gerçekten çok güzel bir röportaj oldu. Bu yoğun gününüzün ardından bizimle sohbet ettiğiniz, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.

F: Ben teşekkür ediyorum. Sorularınız çok güzeldi, ben de çok zevk aldım.

Röportajı gerçekleştiren ve metni yayına hazırlayan ekip arkadaşımız Zeynep Kabadere’ye teşekkür ederiz.

Geştalt Kuramı ve Bilişsel Psikoloji 1 — Esra Mungan

03/10/2021

“Geştalt Kuramı ve Bilişsel Psikoloji” serisinin tüm yazılarına buradan erişebilirsiniz. Dr. Esra Mungan Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi. Başlıca çalışma alanını sözel bellek, müzik belleği ve

Read More »

Boş Beyin — Robert Epstein

24/05/2020

Özgün Adı: The Empty Brain Robert Epstein, California’daki Amerikan Davranış Araştırmaları ve Teknoloji Enstitüsü’nde kıdemli bir araştırmacı psikolog. On beş kitabın yazarı ve Psychology Today’in eski

Read More »

“Ben Her Şeyi Bilirim”cilerin Bilmedikleri — Kate Fehlhaber

03/01/2021

Özgün adı: “What know-it-alls don’t know, or the illusion of competence” Kate Fehlhaber, California Üniversitesi’nde nörobilim alanında doktora yapmaktadır. Tez döneminde olan Fehlhaber, aynı zamanda Knowing

Read More »

Copyrights @2025 CogIST All Rights Reserved

Event Submission

Manuscript Submission

Privacy Policy

Distance Sales Agreement

Course Participation Agreement

Feedback Survey

Instagram Twitter Linkedin Youtube