Sunuş
Ben 2016’da bilişsel bilime yönelmek maksadıyla İstanbul Üniversitesi’nde dilbilim okumaya başladığımda, daha ilk derslerden itibaren çeşitli sorular kafamı kurcalamaya başlamıştı. Özellikle Chomsky’nin açtığı yolda, bilişsel bilim ve biyolojinin bir altdalı olarak konumlanan çağdaş ve zihinselci (mentalist) dilbilimde gerçekleştirdiğimiz analizler, ortaya attığımız teoriler ve analizler, ister sentaktik, ister semantik, ister morfolojik, isterse fonolojik seviyede olsun tamamen formel ve soyuttu. Dahası, bu formel ve soyut mekanizmaların aynı zamanda zihinsel olduğu iddia ediliyor, zihinde var oldukları düşünülüyordu. Örneğin, sentaks ağaçları çiziyor, mantıksal formülasyonlar ile cümlesel anlamı ele alıyor ya da farklı gösterimlerle dilin zihinde nasıl ‘gerçekleştiğini’ açıklıyorduk. Tüm bunların ‘zihinde’ ve ‘beyinde’ nasıl var olabildiği ise aklımı kurcalıyordu. İlk başta sorunun, eskinin anaakım bilişsel bilimindeki modülerite teziyle ilgili olabileceğini düşündüm. Zihinde ve beyin dil, görsel algı, bellek vs. gibi farklı işlevler için özelleşmiş modüler sistemlerin var olduğunu, bu sistemlerin kendi içlerinde çalışma mekanizmalarının izole şekilde gerçekleştiğini, birbirleriyle yalnızca girdi-çıktı ilişisi kurdukları görüşüydü bu. Fakat psikodilbilim ve nörodilbilim disiplinleri ve aynı zamanda bilişsel dilbilim ekolü bu görüşün tam aksi fikirlere ve bulgulara ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla bu alanlara yöneldim. Zihinde, beyinde her şeyin birbiriyle iç içe ve oldukça dağıtık şekilde gerçekleştiği fikri bana çok cazip ve makul görünüyordu. Özellikle nöral ağlara dayanan bağlantıcılık yaklaşımı, buradan neşet eden modelleme pratikleri vs. psikolojik ve nörobilimsel açıdan çok daha makul görünüyordu. Bu çalışmalara yönelmek, bilişsel işlevlerin izole ve soyut şekilde değil tam da psikolojik ve nörobilimsel mekanizmalarla, gerçek hayattaki bağlam ve durumlara hassas şekilde gerçekleştiği fikrini kuvvetlendiriyordu. Buna paralel şekilde, özellikle dilbilimin bedensel biliş (embodied cognition) ile kesişen tarafları, mesela Lakoff ve Barsalou gibi temsilsel bedensel görüşleri ilgimi çekmeye başlamıştı. Bunlar soyut ve izole mekanizmalar öne sürmek yerine, bedenin, beynin vs. nasıl çalıştığına odaklanarak, zihinsel mekanizmaları buradan türetmeye, zihinsel mekanizmalarla bu süreçler arasında bir eşleşme aramaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla bedensel biliş ışığında psikodilbilim ve nörodilbilim çalışmalarına yöneldim. Bu bağlamda şu anda aklıma ilk gelen araştırmacılardan ikisi ise tabii ki Pulvermüller ve Glenberg idi.
Ancak çok geçmeden buranın da benim sorduğum soruya bir yanıt sağlayamayacağını fark ettim. Çünkü nörodilbilim ve psikodilbilim çalışmalarında hala elimizdeki varsayılan zihinsel mekanizmalara bir karşılık arıyorduk. Fakat bu zihinsel mekanizmaların nereden geldiği yahut ‘aranması doğru’ mekanizmalar olup olmadığına dair bir kriter yahut temel ortalıkta görünmüyordu. Kurulan hipotezler, tasarlanan deneyler vs. zaten bu zihinsel mekanizmaları varsayıyor, ancak ardından bu zihinsel mekanizmalar arasında bir kıyasa gitmek üzere kullanılıyordu. Ben ise en temelde bu zihinsel mekanizmaların nasıl ‘belirdiğini’ (emerge) ettiğini merak ediyordum. Çünkü şu veya bu fiziksel sistemin, eğer yeterince karmaşık bir sistemse şu, verili herhangi bir kısıtlı sayıda soyut ve/ya zihinsel mekanizma seti içinde hangisi ile ‘daha uyumlu’ olduğunu test etmek her zaman mümkündü. Bu testin sonucunda birtakım mekanizmaları diğerlerine tercih edebilirdik. Fakat bu eldeki kısıtlı sayıdaki soyut ve zihinsel mekanizma setinin ‘test edilmesi gereken’ set olup olmadığına dair bize bir şey söylemiyordu.
Bu sefer cevabın gelişimsel psikoloji ve bilişsel gelişim literatüründe olabileceğini düşündüm. Neticede yetişkinlerle çalışırken bu soyut ve zihinsel mekanizmaların, soyut ve zihinsel varlıkların zaten gelişim sürecinde ‘ortaya çıktığı’ düşünülüyordu. O halde gelişim çalışmalarının bunların nasıl ortaya çıktığına dair net bir çerçeve sağlayabileceğini ummuştum. Bu alanda yaptığım okumalar ise yine bu soruya yanıt sağlamakta yeterli olamadı. Çünkü bu alanda da, farklı gelişimsel aşamalardaki çocuklarla deneyler yapılsa da, bu deneyler çeşitli zihinsel mekanizmaları zaten varsayıyor, yalnızca hangi zihinsel mekanizmaların hangi yaşlarda var olduğunu ve hangilerinin var olmadığını test ediyordu. Örneğin 6 aylık bir bebekte falanca bilişsel işlev ve bunu sağlayan ‘zihinsel mekanizmalar’ gelişmemişken, 2 yaşındaki bir çocukta bunların gelişmiş olduğunu bize söyleyebiliyordu; daha doğrusu sorduğu soru bu çerçevede şekilleniyor ve yine psikodilbilim ve nörodilbilimde olduğu gibi çeşitli soyut ve zihinsel mekanizmaların kıyasına dayanıyordu.
Lisansımın son yılında, György Buzsaki’nin “Brain from Inside Out” kitabını da okumamla birlikte soruya farklı şekilde yaklaşmamız gerektiğine kani oldum. Sormamız gereken soru hangi işlemlemesel ve temsilsel mekanizmaların zihinde olabileceği ile başlamamılıydı. Tam aksine, beynin kendi kısıtları itibariyle ne gibi yapılar üretebileceği sorusu ile başlamalı, bunu bir kısıtlılık ve temel sayarak işlemlemesel ve temsilsel mekanizmalara doğru ilerlemeliydik. Yani hangi zihinsel mekanizmaların var olabileceğini izole şekilde değil, beynin kısıtlılıklarına dayanarak teorize etmeliydik. Bu, Marr’ın üç seviyeli analizini tersine çevirmek demek oluyordu. Yani işlemlemesel seviyeden başlayarak bu işlemlemelerin hangi temsil ve algoritmaları gerektirdiğini sorup sonra da bunların beyinde nasıl implement edildiğine bakmamalıydık. Aksine, beynin implementasyonunun kısıtlılıklarını gözeterek ne gibi düzenliliklerin ortaya çıktığını sormalı, bu düzenliliklerin hangi temsil ve algoritmaları ürettiğini cevaplamalı ve ancak sonra bu temsil ve algoritmaların ‘ne işe yaradığını’ sormalıydık. Yani beyin gibi dinamik ve çok değişken fiziksel bir sistemin ne gibi stabilite ve sabiteler (invariant) yarattığına odaklanmalıydık en başta. Bu beni işlemlemesel nörobilim literatürüne yönlendirdi. Dağıtık bir sistemden sembolik ve birleşimsel (combinatorial) düzenliliklerin nasıl belirdiğine bu disiplindeki çalışmalarla yanıt verilebileceğini düşünmeye başlamıştım. Fakat burada yaptığım okumalar da bu disiplinin başat olarak bununla ilgilenmediğini, böyle bir yaklaşım benimsemediğini bana gösterdi. Burada da en temelde birtakım algoritmalar öne sürülüyor, ardından bu algoritmaların hangilerinin beyinde daha kolay gerçekleştirilebileceğine bakılıyordu. Fakat bu algoritmalar temelini tamamen mühendislik kriterlerinden alıyordu. Sorduğum soruya en yakın araştırma sahası olan nöro-sembolik mimari araştırmaları dahi dağıtık nöral ağları, zaten araştırmacının kendisinin sisteme empoze ettiği, sistem için belirlediği sembolik yaklaşımlarla nasıl ‘uyumlu’ ve etkileşimli kılınabileceğine odaklanıyordu. (Bu açıdan bir istisna yine Buzsaki’nin çalışmalarından esinlenen Andrea E. Martin’in nöro-işlemlemesel mimarisi olabilir. Fakat bence onun da bu sunuş metninde değinemeyeceğimiz başka teorik sorunları vardı.)
Neticede üzerine düşündükçe benim sorduğum sorunun ve merak ettiğim meselenin zihin-beden probleminden başka bir problem olmadığını fark ettim. Bu soru en temelde a priori, pre-empirik bir soruydu ve ontolojik, felsefi araçlarla çözülmesi gerekiyordu. Çünkü alandaki empirik ve formel çalışmalar hemen her zaman zaten bu soruya dair işlevselci bir yanıtı varsayarak, bu temel üzerine bina oluyordu. Bunu yıllara yayılan okumalarımın içinde fark etmiştim.
Tüm bunlara paralel bedensel biliş üzerine yaptığım araştırmalar da beni giderek daha temsil karşıtı bir pozisyona itiyordu. O zamanlarda Clark ve Chalmers’ın öne sürdüğü geniş zihin (extended mind) tezi bana oldukça makul görünüyordu. Çünkü zihin asla yalnızca beynin veya bedenin sınırları içinde inşa olmuyor, her daim çevreyle etkileşimden kuruluyor, çevreyi de bir oranda içeriyordu. Zihinsel temsillerin nasıl ‘belirdiğine’ dair bir yanıt bulamamamıştım. Hatta buna bir yanıt verilebileceğinden de şüphe ediyordum. Çünkü temsil kavramının ancak ve ancak normatif ve yönelimsel olduğu takdirde anlamlı olduğu kabulü –ki zihinsel temsil literatürünün büyük kısmı tarafından kabul edilir- normatif hiçbir kavram haznesinin natüralistik bilimde yeri olmadığını düşünmemden ötürü, temsil kavramını benim için tamamen bilim dışına itiyordu. Bunun yanı sıra geniş zihin yaklaşımı bana ikna edici görünüyordu. (Yanlış anlaşılmasın, geniş zihin tezlerinin çoğu temsilsel ve işlemlemeseldir, yani yukarıda bahsettiğim soyut ve zihinsel mekanizmaları zaten kabul ederler, sadece bu mekanizmaların beyin ve bedenle sınırlı olmadığını, çevreye yayılmış olduğunu savunurlar.) O zamanlar, Dewhurst ve Villalobos gibi araştırmacıların geç 2010’larda yazıp çizdiklerinden, öne sürdüklerinden hareketle, temsilsel olmayan fakat işlemlemesel olan bir geniş zihin çerçevesinin mümkün olabileceğine inanmaya başlamıştım. Neticede doğadaki pek çok fenomeni matematikle modelleyebiliyorduk, zihni de çevreyle etkileşimi içinde matematikle ve işlemleme ile modellememiz de bir beis yok gibi görünüyordu. Fakat burada da bir problem vardı. Herhangi bir sistemi, ister bir duvar olsun ister bir atom ister meteoroloji isterse de canlı bir organizma, matematiksel yahut işlemlemesel şekilde modellemek zaten mümkündü. Bu matematiğin ve işlemlemenin doğasıyla alakalı bir şeydi. Bunlar verili herhangi bir fenomeni modellediğimiz, titiz, kuvvetli ‘diller’di ve benim için yalnızca insan icadıydı. (Hiçbir zaman için evrenin ‘kendi yapısının’ matematiksel olduğunu düşünmemiştim. Matematiğe dair bu inşacı [constructivist] tutumum ergenken yaptığım Nietzsche okumalarına ve pragmatizme dayanıyordu.) Dolayısıyla bizim bilişsel süreçleri temsiller olmadan bir şekilde işlemlemesel şekilde betimleyebilmemiz, bunların o sistemlerin ‘kendilerinin’ nasıl çalıştığına dair bir açıklama getirmiyordu. Yani bu kapasiteden hareketle zihnin ve beynin doğasına dair ontolojik bir iddiada bulunmamız makul değildi. Dolayısıyla zihnin ve beynin ‘işlemlemesel’ olduğunu söyleyebilmemiz için hala yeterli gerekçeden yoksundum.
2021 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde daha sonra arkadaşım ve tez danışmanım olacak Oğuz Erdin’den aldığım “Mind Dynamics” dersi vasıtasıyla James Gibson’ın ekolojik psikolojisine ve Mark Bickhard’ın interaktivizmiyle yakından iştigal etme fırsatı buldum. Ekolojik psikolojiyi zaten daha önceden biliyordum fakat bana hiçbir şey ifade etmiyor, bu ekolü bir türlü anlayamıyordum. Bickhard’ın Gibson üzerine yazıları ve aynı zamanda kendi geliştirdiği interaktivizm ekolü bu açıdan aydınlatıcı olmuş, bu ekolleri yakından tanıyabilmiştim. Bu ekollerin detaylarına burada girmeye gerek yok. Fakat ekolojik psikoloji ve interaktivizmin bana gösterdiği şey en temelde, benim bilişsel bilimdeki temel sorgulamalarımın yalnızca bilişsel bilimle değil, bilim felsefesi, dil felsefesi, epistemoloji, metafizik, metafelsefe gibi alanlardaki temel meselelerle ilişkili olduğuydu. İnteraktivizm her ne kadar sistemli ve bütüncül bir yaklaşım olsa da, öne sürdüğü belirim metafiziği, bilimsel ve metafizik realizmi, ve bilim-felsefe ilişkisine dair sahip olduğu kimi kabuller onu bütünüyle kabul etmemi mümkün kılmıyordu. Tezimi tefrika ettiğim bu yazı dizisinin sonunda, okurlar için bu kabullerin neler olduğunun sarih kılınacağına inanıyorum.
Sonuç olarak bu tez, bu sorgulamaların ışığında ortaya çıktı. Tezin büyük kısmının bilim felsefesine ayrılmış olmasının, sık sık dil felsefesi, metafelsefe, metafizik gibi alanlara sıçrayıp konuya geri dönülmesinin sebebi de bu. Bu tezi CogIST’te tefrika ediyorken temel kaygılarımdan biri, yazılan tezlerin kaderi olarak görülen ve akademideki hemen herkesçe kabul edilen ‘kimselerce okunmama’ durumunu biraz olsun aşma isteğim. Biraz da bu sebeple tezi Türkçe’ye çeviriyorken okunaklılığı arttırmak adına kelimesi kelimesine bir çeviriden uzaklaşarak yer yer ufak açıklamalar ekledim ve küçük değişikliklerde bulundum. Bununla birlikte, bu tartışmaların, bir anlamda teorik ve felsefi bir krizde olan bilimler ve özellikle bilişsel bilim açısından faydalı olduğuna inanıyorum – okur buradaki görüşlere katılmasa bile.
Son olarak, soru, yorum ve görüşleriniz için her zaman bana ulaşabileceğinizi hatırlatmak isterim. Keyifli okumalar diliyorum.
Özet
Bu tezde bilişsel bilime radikal dışsalcı bir yaklaşımın anahatlarını, neden gerektiğini ve ne gibi faydaları olabileceğini açıklıyorum. Bilişsel bilimdeki farklı çerçevelerin etrafında kümelendiği içselcilik-dışsalcılık ve temsilcilik-temsil karşıtlığı hatlarının argümentatif adımlarını takip ediyor ve varsayımlarını tespit ediyorum. Bu varsayımların başında realizm, çoklu gerçekleşebilirlik ve özel bilimlerin otonomisi geliyor. Bu varsayımların bilişsel bilimdeki hemen hemen tüm çerçeveler için zihinsel nedensellik ve içerik zor problemine yol açtığını gösteriyorum. Bu varsayımların yanlış olduğunu savunuyor, bu varsayımları terk ettiğimizde zihinsel nedensellik ve içerik zor probleminin, bilişsel bilimci için ortadan kalktığını iddia ediyorum. Bu varsayımlar yerine benimsediğim anti-realizm, bilim felsefesinde yeni mekanistikçilik ve bu tezin yeni bir önerisi olan Natüralistik Tutarlılık Kriterini açıklıyorum. Tüm bu değerlendirmenin bizi zihnin metafiziğine agnostik, radikal dışsalcı bir bilişsel bilime yönelttiğini savunuyorum.
Introduction
Bugün bilişsel bilime uzaktan bakan biri, muhtemelen oldukça parçalı, bölük pörçük bir alan görecektir. Bu kişi alanın teorik yapısını anlamaya çalıştığında ise kabaca bir ayrım fark edebilir: bir yanda bilgisayar biliminden esinlenen işlemlemeselci (computationalist) yaklaşımlar, diğer yanda biyolojide temellenen bedensel biliş çerçeveleri yer alır. Bazı araştırma ekolleri her iki perspektifi birleştirmeye çalışır ve bu iki ucun arasında farklı noktalarda konumlanabilir; bazıları ise birbirine keskin biçimde zıt, oldukça farklı noktalarda durur.
Farklı ekoller arasındaki pek çok tartışma, genellikle teorik bir öğenin (construct), bir varlığın veya bir önermenin gerçek olup olmadığı etrafında gerçekleşir. Örneğin, filozoflar ve bilişsel bilimciler zihinsel ya da nöral temsillerin gerçek olup olmadığını tartışmaktadır (Fodor & Pylyshyn, 1981; Thompson & Piccinini, 2018; Piccinini, 2022; Ramsey, 2007; Şahin & Deveci, 2023; Van Gelder, 1995). Eğer gerçeklerse, temsillerin doğası nedir, nasıldır? Temsili içerik gerçekten var mıdır (Schulte, 2023)? Zihin ve/veya beyin gerçekten bir bilgisayar mıdır (Chalmers, 2011; Richards vd., 2019)? Zihin/beynimiz gerçekten dışarıdaki şeyleri kodlayıp (encoding) depolamakta (storage) mıdır (Bickhard & Richie, 1983; Brette, 2018)? Zihnimizde gerçekten ayrı ayrı modüller var mıdır (Carruthers, 2006; Fodor, 1983)? Modellerimizde varsayılan veya önerilen işlemlemelerin (computation) ne kadarı gerçekten gerçekleşmektedir? Örneğin, beyinde gerçekten amaç fonksiyon(ları) var mıdır? Nöronlarımız gerçekten olasılık işlemlemekte ya da türev almakta mıdır (Haefner vd., 2024; Marblestone, Wayne & Kording, 2016; Song vd., 2020; Richards vd., 2019)? Tüm organizmaların gerçekten eyleyiciliği (agency) var mıdır, yoksa yalnızca hayvanlara ya da insanlara mı özgüdür (Moreno & Etxeberria, 2005; Walsh, 2015)? Otopoiesis (autopoiesis) gerçek midir (Maturana & Varela, 1973/1980; Varela, 1979)? Özgür irade gerçek midir (Mitchell, 2023; Sapolsky, 2023)? Bilinç gerçek midir (Dennett, 1991; Frankish, 2016; Seth, 2021)? İşte bu tür sorular, farklı ekolleri, farklı çerçeveleri, farklı ontolojileri birbirinden ayırır. Bilişsel bilimciler ve filozofların, bu sorulara verdikleri cevaplara göre şu veya bu ekole “ait” oldukları söylenebilir. İnsanlar genellikle neyin gerçek olduğuna dair kabullerine göre bir çerçeveyi diğerine tercih ederler.
Bu sorular arasında bir tanesi en önemli ve en etkili olarak öne çıkmaktadır, zihinsel temsillerin gerçek olup olmadığı ve eğer öyleyse, doğalarının tam olarak ne –veya nasıl- olduğu sorusudur bu. Brentano’dan bu yana temsiller, zihinselliğin doğasına içkin, zihinsel olanı zihinsel olmayandan ayıran başat unsur olarak görülmüştür. Bilişsel bilimin zihni çalışmayı iddia ettiği göz önüne alındığında, bu soruya verilen cevaplar, farklı ekollerin daha geniş varsayımlarını ve yöntemlerini şekillendirmiş, sıklıkla derin ve köklü farklılıklara yol açmıştır.
Son dönemde Wheeler (2017), asıl tartışmanın temsile dayalı yaklaşımlar ile temsil karşıtlığı arasında değil, içselcilik ile dışsalcılık arasında olduğunu öne sürmüştür. Burada dışsalcılığı, “bilişsel durum ve süreçlerin maddi (material) taşıyıcılarının (vehicle) (veya aracılarının) beyin, beden ve dünyaya dağıldığı ve bu nedenle kısmen bedeni saran derinin dışında konumlandığı” tezi olarak tanımlamıştır. Wheeler’ı (2017) genişleten Villalobos ve Silverman (2018), buradaki kök nedenin sistematik asimetri olduğunu belirtir. Onlara göre, radikal enaktivizm (radical enactivism) gibi temsil karşıtı yaklaşımlarda bile (Hutto & Myin, 2012), zihinsel/bilişsel olanı zihinsel/bilişsel olmayandan ayıran bir “belirteç (marker)” önermek yaygın bir tutum olagelmiştir. Yani bilişi neyin teşkil ettiğini yanıtlamak öncel olmuştur. Buna göre, hangi fenomenlerin bilişle ilgili olduğunu ve bilişin bunları nasıl ürettiğini ancak bu şekilde, yani öncelikle neyin bilişsel neyin bilişsel olmadığına dair bir tanım ve görüş kurarak araştırabilir ve öğrenebiliriz, bu fenomenler ister bedensel, isterse işlemlemeselci olsun… Villalobos ve Silverman’a göre ise bu, bilişsel olarak kurucu (constitutive) olan öğelerin açıklayıcı yükü taşıdığı ve kurucu olmayan nedensel etmenlere üstün geldiği sistematik bir asimetriyle sonuçlanmıştır. Bu ise, yalnızca bilişsel olanla bilişsel olmayan arasındaki sınırın yerini değiştiren fakat ayrımı sürdüren olası içselci yorumlara kapı aralamıştır. Onlara göre bu durum bedensel yaklaşımların tutarlılığını zayıflatır ve onları eleştirdikleri içselci yaklaşımların getirdiği potansiyel sorunlara karşı savunmasız bırakmıştır. Dolayısıyla bunun önüne geçmek için güvenli ve eksiksiz bir dışsalcılık gereklidir. Böyle bir yaklaşım için temsil karşıtlığı bir önkoşul olsa da tek başına yeterli değildir.
Bu tezde, yukarıda özetlenen tartışma dizisinin adımlarını izleyerek, bilimde ve daha özel olarak bilişsel bilimde belirli bir teorik varlığın (entity) “gerçekliği”nin tartışılmasının anlamlı olup olmadığını ele alacağım. Bu bağlamda ikinci bölüm, bilimsel realizm ve anti-realizm tartışmasına ayrılacaktır. Bilimsel teorilerle sınırlı kalmayıp gündelik veya halk arasında gerçekliğe dair yaygın varsayım ve fikirlere de uygulanan radikal bir anti-realizm formu önereceğim. Elbette realizmi reddetmek beraberinde çeşitli sorunsallar getirecektir. Örneğin, eğer bilimin bize gerçekte neyin “var” olduğunu söylediği fikrinden vazgeçersek, teorileri nasıl değerlendireceğimiz sorusu ilk etapta yanıtsız görünecektir. Bu durumda hangi kavramların kullanılmaya değer olduğuna nasıl karar verebiliriz ki? Bu soruları ve sorunsalları ele almak için ise bilim felsefesinde Yeni Mekanistikçilik (New Mechanistic) yaklaşımına yöneleceğim.
Üçüncü bölümde, yeni mekanistikçi yaklaşımın bilimi nasıl kavramsallaştırdığını inceleyeceğim. Bunu yaparken, yeni mekanistikçiliğin geniş ve dar yorumları arasında bir ayrım yapacağım. Bu ayrımda, geniş yoruma göre Yeni Mekanistikçilik, bilimi bütünüyle açıklamayı ve bilimin nasıl yürütülmesi gerektiğine dair normatif bir çerçeve sunmayı amaçlar. Buna karşılık dar yorum, onu bilimin tümüne dair evrensel bir çerçeve olarak değil, belli başlı bilim alanları için daha uygun olan alternatif yaklaşımlardan biri olarak görür. Bu tez,de bu ayrım konusunda tarafsız bir tutum benimseyeceğim. Yani benim önerdiğim temel görüş için bu iki yorumdan hangisinin kabul edildiği belirleyici olmayacak. Fakat iki yorum açısından da farklı sonuçlar çıkarılabileceğini teslim edeceğim. Ardından, Yeni Mekanistikçiliğin anti-realizmle uyumlu olup olmadığı sorusunu ele alacağım. Her ne kadar pek çok mekanistikçi filozof realist olsa da, Yeni Mekanistik çerçevenin temel varsayımlarından böyle bir zorunluluk çıkmadığını savunacağım. Bu bakış açısında önemli olan, mekanizmaların metafiziksel anlamda “gerçek” olup olmaması değil, kavramsal ve empirik olarak bilimde tutarlı açıklamalar getirmemize imkân sağlayıp sağlamadıkları olacak.
Dördüncü bölümde, bilişsel bilimdeki hâkim pratikleri inceleyeceğim. Bunu yaparken işlevselciliğe odaklanacak ve özel bilimlerin otonomisi ile çoklu gerçekleşebilirlik (multiple realizability) fikirlerinin etkisi nedeniyle, mevcut tüm bilişsel bilim ekollerinin -aradaki pek çok farklılığa rağmen- nihayetinde zihin metafiziğine dair taahhütleri (commitment) bakımından ayrıştıklarını savunacağım. Hem özel bilimlerin otonomisini hem de çoklu gerçekleşebilirliği eleştirerek, bu görüşlerin yeterli temellendirmeden ve gerekçelendirmeden yoksun olduğunu ileri süreceğim. İkinci ve üçüncü bölümlerde geliştirdiğim tartışmalara dayanarak, ardından bu tezin temel önerisi olarak Kavramsal Tutarlılık (Conceptual Coherence – CC) ve Natüralistik Tutarlılık (Naturalistic Coherence – NC) kavramlarını tanıtacağım. Bunlardan hareketle, bilimde yeni kavramlar önerilirken ve mevcut kavramsal çerçevelerin değerlendirilirken kullanılacak normatif bir ölçüt olarak Natüralistik Tutarlılık Kriteri’ni (Naturalistic Coherence Criterion – NCC) önereceğim. Bu kriterin Yeni Mekanistikçiliğin varsayımlarıyla birleştirildiğinde, zihne dair metafiziksel taahhütleri merkeze almayan, onları ikincil ve a posteriori kaygılar olarak gören bir bilişsel bilim yaklaşımına yönlendirdiğini savunacağım. Bu iddiayı desteklemek için, gelişimsel biyolojiden tarihsel bir vaka ile bir düşünce deneyine başvuracağım.
Son bölümde, yanlış anlaşılmaları önlemek amacıyla bu tezin neyi iddia ettiğini ve neyi iddia etmediğini netleştireceğim. Burada geliştirilen yaklaşımın bilişsel bilimdeki mevcut ekollerden nasıl ayrıştığını kısaca vurgulayacak ve gelecekteki araştırmalar için olası yönelimleri belirleyeceğim.
Bu tez ile, radikal dışsalcı bir bilişsel bilimin gerekliliğini ve ana hatlarını ortaya koymayı amaçlıyorum. Burada kastettiğim, zihne içkin hiçbir atıfta bulunmayan, zihin metafiziği konusunda bütünüyle agnostik kalan ve bu anlamda “dışsalcı” olan bir yaklaşım. Doğrusu, böylesine radikal bir dışsallık düzeyinde, içselciliğe hiç bir yer kalmıyor olabilir, öyle ki bu çerçeve açısından içsel ile dışsal arasındaki ayrımın kendisi çöker ve anlamsızlaşmaktadır. Fakat bu ‘dışsalcılık’ isimlendirmesi, bana göre, hâlâ elverişli ve kullanışlıdır. Bu bağlamda, savunduğum görüşün konumunu netleştirmek için içselcilik–dışsalcılık spektrumuna bir örnek vermek faydalı olabilir. Bu spektrumun bir ucunda en içselci yaklaşım olarak fenomenoloji, diğer ucunda ise radikal dışsalcı konum yer almaktadır. Bu, fenomenolojinin zihni “kafatasının içinde” konumlandırma veya onu yalnızca beyinle ilişkilendirme gibi taaahütlerde bulunmasından dolayı değildir. Aslında tam aksine, fenomenolojik gelenek böyle taahhütlerden özellikle kaçınır. Onu içselci kutupta konumlandıran şey, yöntemsel yönelimidir. Fenomenoloji zihinselliği, yönelimselliği (intentionality) ve birinci-kişi deneyimini analizin ve incelemenin birincil odağına koyar ve bunları uzay-zamansal süreçlere indirgemeye direnir. Buna fenomenolojinin içlemselci (intensionalist) stratejisi denebilir. Buna karşılık, radikal dışsalcılığı dışsalcılıkta “radikal” kılan şey zihinseli doğrudan uzay-zamansal süreçlere indirgemesi değildir. O da zihinseli bu terimlerle temellendirmekten kaçınır ve bu konuda tamamen agnostik bir tutum sergiler. Fakat bunu, odağı bütünüyle zihinsel olgulardan uzaklaştıran kaplamsalcı (extensionalist) bir yöntemle yapar. Yani ben burada radikal dışsalcılıktan söz ettiğimde, aynı zamanda içselcilik–dışsalcılık spektrumunda görüşleri değerlendirmek ve konumlandırmak için yöntemsel bir kriter olarak içlemsel–kaplamsal ayrımını da dikkate almaktayım. Bu eksen, yaklaşımları yalnızca zihni nereye konumladıklarına göre değil, aynı zamanda zihinsel kavramların bilimsel araştırmadaki statü ve açıklayıcı rolünü nasıl ele aldıklarına göre de ayırır.
Kaynakça
Bickhard, M. H., & Richie, D. M. (1983). On the nature of representation: A case study of James Gibson’s theory of perception. Praeger.
Brette, R. (2018). Is coding a relevant metaphor for the brain? Behavioral and Brain Sciences, 42, e215. https://doi.org/10.1017/S0140525X19000049
Carruthers, P. (2006). The case for massively modular models of mind. In R. Stainton (Ed.), Contemporary debates in cognitive science. Wiley-Blackwell.
Chalmers, D. (2011). A computational foundation for the study of cognition. Journal of Cognitive Science, 12(4), 323–357.
Dennett, D. C. (1991). Consciousness explained. Penguin Books.
Fodor, J. (1983). The modularity of mind. MIT Press.
Fodor, J. A., & Pylyshyn, Z. W. (1981). How direct is visual perception? Some reflections on Gibson’s “ecological approach.” Cognition, 9(2), 139–196. https://doi.org/10.1016/0010-0277(81)90009-3
Frankish, K. (2016). Illusionism as a theory of consciousness. Journal of Consciousness Studies, 23(11–12), 11–39.
Haefner, R. M., Beck, J., Savin, C., Salmasi, M., & Pitkow, X. (2024). How does the brain compute with probabilities? arXiv preprint arXiv:2409.02709. https://arxiv.org/abs/2409.02709
Hutto, D. D., & Myin, E. (2013). Radicalizing enactivism: Basic minds without content. Boston Review.
Marblestone, A. H., Wayne, G., & Kording, K. P. (2016). Toward an integration of deep learning and neuroscience. Frontiers in Computational Neuroscience, 10, 94. https://doi.org/10.3389/fncom.2016.00094
Maturana, H. R., & Varela, F. J. (1973/1980). Autopoiesis and cognition: The realization of the living. Springer
Mitchell, K. J. (2023). Free agents: How evolution gave us free will. Princeton University Press.
Moreno, A., & Etxeberria, A. (2005). Agency in natural and artificial systems. Artificial Life, 11, 161–175. https://doi.org/10.1162/1064546053278919
Piccinini, G. (2022). Situated Neural Representations: Solving the Problems of Content. Frontiers in Neurorobotics. 16:846979. doi: 10.3389/fnbot.2022.846979
Ramsey, W. M. (2007). Representation reconsidered. Cambridge University Press.
Richards, B. A., Lillicrap, T. P., Beaudoin, P., Bengio, Y., Bogacz, R., Christensen, A., … & Kording, K. P. (2019). A deep learning framework for neuroscience. Nature Neuroscience, 22(11), 1761–1770. https://doi.org/10.1038/s41593-019-0520-2
Şahin, Y., & Deveci, I. E. (2023, May 7). Against representations that do not represent: Reply to Thomson and Piccinini [Poster presentation]. 9th International Symposium on Brain and Cognitive Science, Özyeğin University, Istanbul, Turkey.
Sapolsky, R. (2023). Determined: A science of life without free will. Penguin Press.
Schulte, P. (2023). Mental content. Cambridge University Press.
Seth, A. (2021). Being you: A new science of consciousness. Faber & Faber.
Song, Y., Lukasiewicz, T., Xu, Z., & Bogacz, R. (2020). Can the brain do backpropagation? Exact implementation of backpropagation in predictive coding networks. Advances in Neural Information Processing Systems, 33, 22566–22579.
Thomson, E., & Piccinini, G. (2018). Neural representations observed. Minds and Machines: Journal for Artificial Intelligence, Philosophy and Cognitive Science, 28(1), 191–235. https://doi.org/10.1007/s11023-018-9459-4
Van Gelder, T. (1995). What might cognition be, if not computation? Journal of Philosophy, 92(7), 345–381.
Varela, F. J. (1979). Principles of biological autonomy. North-Holland.
Villalobos, M., & Silverman, D. (2018). Extended functionalism, radical enactivism, and the autopoietic theory of cognition: Prospects for a full revolution in cognitive science. Phenomenology and the Cognitive Sciences, 17(4), 719–739. https://doi.org/10.1007/s11097-017-9542-y
Walsh, D. (2015). Organisms, agency, and evolution. Cambridge University Press. https://doi.org/10.1017/CBO9781316402719
Wheeler, M. (2017). The revolution will not be optimised: Radical enactivism, extended functionalism and the extensive mind. Topoi, 36(3), 457–472.