İçeriğe atla
Instagram Twitter Linkedin Youtube
  • Home
  • Activities
    • Events
    • Publication
  • This paragraph should be hidden.

  • Who are we?
  • Upcoming Events
  • Contact
  • TR
  • Home
  • Activities
    • Events
    • Publication
  • This paragraph should be hidden.

  • Who are we?
  • Upcoming Events
  • Contact
  • TR

Didem Gökçay ile Röportaj — CogIST

Türkiye’de bilişsel bilimle ilgilenen gerek amatör, gerek öğrenci, gerekse uzmanları kapsayan bir sosyal ağ oluşturma hedefi doğrultusunda, farklı alan ve kurumlardan hocalarla kendi çalışma sahaları ve profesyonel hayatlarına ilişkin röportajlar gerçekleştiriyor ve yine aynı başlıkta yayınlıyoruz. Akademide, sanatta ve fikir camiasının belki de her kolunda, düşünüyoruz ki fikirler yaşamla dolayımlıdır.

Dr. Didem Gökçay McCombs Business School, University of Texas, Austin’de Yapay Zeka ve Makine Öğrenmesi Programında araştırmacı. Bilişsel nörobilim, afektif nörobilim, biyofizyolojik veri analizi birçok çalışma alanından bazılarıdır.

C: CogIST

D: Didem Gökçay

C: Hocam öncelikle üniversite öncesi eğitim hayatınızdan, öngençliğinizden bahseder misiniz, sizi tanımak adına?

D: Ben doğma büyüme Ankara’lıyım, üniversiteyi de Ankara’da okudum. Anne tarafım da Ankara’lıydı. Bu nedenle Ankara, beni şekillendiren bir şehir oldu. Ankara’nın özelliği bir memur şehri olmasıdır. Ankara’nın sıkıcı bir şehir olduğunu da söyleyebilirim. Ama benim gözlemim o sıkıcılığın bir üretkenliğe dönüştüğü şeklinde. Kısacık bir anekdot anlatacağım. İstanbul’da bizim bir yazlığımız vardı. Oradaki arkadaşım Mehmet benle dalga geçmek amaçlı Taşkentli (başkent yerine taşra kenti) derdi. Bir gün denize bakarken bana: “Bak Didem, sen bunu bilmezsin. Bu su çölü gibi bir şey, sen sadece çöl nedir onu bilirsin” demişti. Ben oradan bir metafor ürettim. Ankara için uçsuz bucaksız bir “düşünce çölü” diyebiliriz. Ankara’da olup da bozkırlara bakıp bir şeyler düşünmeyen birisi yoktur diyebilirim. O bozkırlarda düşünceler büyür. Ankara’yı güzel tasvir etmemin bir yolu budur. Ama çirkin tasvir etmenin de yolları var. Gidecek yer yok, sadece mahallelerde oynardınız. Enteresan bir olay da biz kentleşmiş bir ilçede oturuyorduk fakat yine de mahallemizden inek geçtiği olurdu. Bu yüzden kırsala dokunan bir tarafı vardı Ankara’nın.

O zamanlar bana şekil veren ama o sıralar önemini anlamadığım şey, vefat eden dedemin kütüphanesiydi. Kütüphane dediğim yer adeta sandık odası gibi bir yerdi. Ben tabii sıkıntıdan buraya uğruyordum. Sıkıntının altını çizeceğim. Bir çocuğun sıkılması iyi bir şeydir çünkü yaratıcılığa zemin hazırlar. Siz çocuğun yaşamını doldurursanız yaratıcılığa veya düşünceye fırsat vermemiş olursunuz. Bizim çok zamanımız olurdu. Dedemlere gittiğimde oynayacak arkadaşım olmadığı için kütüphaneye takılırdım. O zamanlar kütüphanede Varlık Yayınları’nın eski basımları, ilk çıkan çevirileri vardı. Bu arada dedemle anneannemin okudukları kitaplar çok farklıydı ama ben hepsini okurdum. Anneannem Pardayanlar serisi, Benli Kadının Maceraları, Mayk Hammer, Arsen Lüpen okurdu. “Benli Kadın” çok kötü bir casustur ve her türlü şeyi bekleyebilirsiniz ondan. (Gülüyor) Dedemin kitapları arasında Pearl Buck, Panait İstrati ve Dostoyevski vardı ama beni en çok etkileyen İki Çocuğun Devri Alemi’ydi. Ben bunları okuyarak vakit geçiriyordum. Beni zenginleştiren o dil oldu; Arapça, Farsça ve Türkçe karışık çevirilerdi. Şimdikilerde olduğu gibi sadeleşmiş öz-Türkçe kelimeler kullanılmıyordu. Örnek verirsem “içerik” yerine “muhteviyat”, “oluşmuştur” yerine “müteşekkil” diyordu. Evdeyken çocuk klasiklerini okuyordum, dedemlerde de bunları okuyordum ve bu sayede benim dilim gelişti. Ayrıca annem de Türk dili mezunu ve Arapça’ya meraklıydı. Babam beyin cerrahıydı fakat kendisi evde hiç olmazdı. İşte bu şekilde çocukluğum geçti. Çalışkan bir çocuktum, sorun çıkarmayan bir çocuktum. İlk, orta ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. Öğretmenlerimizin bazıları çok iyiydi bazıları da iyi değildi. Bir devlet okulundan farklı tek yanı İngilizce eğitiminin çok sıkı olmasıydı. Şimdiki özel okulların aksine, bize ekstra ayrıcalıklar tanınmamıştı. Bir sayısalcı olarak benim güçlü yanım hep matematik ve fizik oldu. Ama aslında sözel yanımın da güçlü olduğunu daha sonra tesadüfen keşfettim. Demek ki o da güçlüymüş ama üzerinde durulmamış. Zaten hep öyle olmaz mı? Bir çocuğun matematik ve fen tarafı güçlüyse diğerleri önemsenmez, boş zamanlarda sosyal konularla uğraşması beklenir. Bunun dışında, bizim neslimize şekil veren bence en önemli şey, bizim doğduğumuz yıllarda uzaya gidilmiş olmasıydı. Bu arada, ben 1966 doğumluyum ve 1969 yılında Ay’a ayak basılıyor.

C: Hatta o zamanlar arabaları falan da bundan etkilenerek hep o roket motif ve desenleriyle tasarlanıyormuş, değil mi?.

D: Evet, o kadar büyük bir şey ki Erol Büyükburç’un uzaylılarla ilgili şarkısı var. Herkesi etkilemiş, Batı’da da öyle. O zamanlar Star Trek var ve benim ilkokulda olduğum dönemde de televizyon çıkıyor. Aslında televizyon çıkmış önceden de evlere yeni geliyor. Evinde televizyon yoksa komşuya gidip izliyorsun. Bayrakla ve İstiklal Marşıyla açılıyor. Siyah-beyaz bir görüntü var kapanışta, onu gördüğünde vizyonda hiçbir kanalın açık olmadığını anlıyorsun. O tek kanallı dönemde TRT çok seçiciydi. TRT eğiticilik rolünü üstlenmişti. O sırada Leonardo da Vinci’nin hayatını anlatan belgeseller vardı. Beni çok etkilemiştir ama hala Floransa’ya gidemedim, içimde bir uktedir. Belgesel Leonardo’nun başına gelenleri, freskleri yapışını, başarısızlıklarını anlatıyordu. Bu nesil -biraz da mecburen- bunları izleyerek büyüdüğü için daha meraklıdır veya daha sanatsaldır diyebilirim. “Astronot olmak istiyorum” gibi cümleler bu dönemden sonra ortaya çıktı. Bu çok çarpıcı bir şey. Biz de uzaya gidebiliyoruz, o halde neden gitmeyelim ki gibi bir bakış açısı oluşmuştu. O zamana kadar Asimov romanlarını yazıyor ama bunlar hep fantastik kalıyor. Ama birden görüyorsun ki bunların hepsi gerçek olabilecek şeylermiş. Bilimkurgu düşkünlüğünün gerçek hayata girmesiydi biraz. Sizin için önemsiz olabilir bu ama…

C: Bizim içinde yapay zeka böyle biraz hocam. Sizdeki uzay hayali bizim için de yapay zekaya karşılık geliyor diyebilirim.

D: Evet, bizim zamanımızda bilimkurgusu olan yapay zeka sizin yaşamınızın gerçeği oldu. Biz lisedeyken evlere daha bilgisayar girmemişti. Biz üniversitedeyken kişisel bilgisayarlar çıktı.

C: Hocam buradan ikinci soruya yumuşak bir geçiş yapabiliriz. “Sayısal öğrencisiydiniz” ve mühendislik konularına yatkındınız. Anladığımız kadarıyla bu sebeplerden ötürü tercih yapıyorsunuz. Dolayısıyla o süreçten bahsedip üniversite yıllarınızın nasıl geçtiğinden bahsetmek isteyebilirsiniz. Neden ODTÜ, neden elektrik mühendisliği tercih ettiğinizi de detaylandırabilir misiniz?

D: Hep bunu bir yerde anlatmak istemişimdir. Böyle bir soru gelmesine sevindim. Bana sayısalcı gözüyle bakılsa da ben hayatımdaki kararları hep irrasyonel-duygusal olarak aldım. Ben elektrik mühendisi olayım, iyi para kazanırım veya ben sayısalcıyım o halde elektrik mühendisi olmalıyım gibi düşüncelerim hiç olmadı. Rol modellerim sayesinde elektrik mühendisliğini “bu kişi gibi olmak istiyorum” deyip de seçtim. Bu rol modellerinden birisi cansız, ikisi canlıydı. Canlılardan bir tanesi Kemal Leblebicioğlu hocamızdır, kendisine çok saygı duyarım. Biz onunla aynı binada otururduk ama o benim varlığımdan habersizdi. Çünkü o zamanlar gençti, tam hatırlamasam da asistan veya son sınıf öğrencisiydi, biz çocuktuk. Çalışkan, şişe dibi gibi gözlüklü ve kahverengi ceketli birisiydi. Biz yakartop oynarken yanımızdan sessizce geçerdi. Ben ona çok saygı duyardım, böyle bir insan olmak istiyorum derdim. Saygın bir bilim insanı olmak istiyorum ama bilim insanlığından ziyade “o kişi” beni etkiliyordu. Çünkü Kemal Leblebicioğlu’nun ne yaptığı konusunda bir fikrim yoktu. Daha sonra büyüdüğümde de Dilek abla vardı, dikkat çekerim kadın bir rol model. Dilek ablada elektrik mühendisliği 2. sınıfta okuyordu. Annemin isteği üzerine fen dersleri için destek olsun diye Dilek abla birkaç kere bana özel ders vermeye gelmişti. Dilek abla çok şikâyet ederdi, elektrik mühendisliği çok zor diye. Kendisi aslında üniversiteye dereceyle girmiş biri. O böyle bahsedince içimdeki kahramanlık içgüdüleri ortaya çıktı ve kendime “Ben o bölüme gireceğim ve Dilek ablanın intikamını alacağım” dedim. Ben o bölümü çok kolay geçeceğim diyerek girdim ama bölüme girince fark ettim ki arkadaşlarım evde devre falan yapıyorlar, motor söküp takıyorlar. Peki niye ODTÜ diyebilirsiniz. Orada da cansız rol modeli olarak mavi ODTÜ otobüslerinin etkisi oldu. Ben şehirde yürüyerek her yere giderken mavi otobüs diye bir şey öğrenmiştik, o da ODTÜ’ye götürüyordu! Ben kazandığımda ODTÜ’yü, okulu daha öncesinde görmemiştim bile ama mavi otobüsü görmüştüm. O otobüs özeldi çünkü içinde Kemal Bey veya Dilek abla gibileri vardı. Bu kadar öznel bir karar sonucu tercih yaptım. Girince bu irrasyonel kararın sonuçlarıyla daha ilk sınıftan yüzleşmek zorunda kaldım.

C: Hocam zaten diğer sorumuz bu konuyla alakalı. Biz eğitim hayatında üniversitenin belirleyici olmadığını düşünsek de önemli bir ölçüde etkili olduğunu düşünüyoruz. Hem kariyer gelişimi bakımından hem de entelektüel bakımdan. ODTÜ’de okumak sizi farklı bir okulda okumaya kıyasla nasıl etkilemiş olabilir?

D: Yıl vermek gerekirse 1983 yılında liseyi bitirdim. Bu önemli bir tarih çünkü 1980 darbesi olduğunda ben daha lise 1’e yeni geçmiştim. O darbenin bizim yaşamımızı nasıl etkilediği çok sonraları ortaya çıktı. Tabii bazı kimselerin hayatını direkt değiştirdi, hapse girenler gibi. Biz bunları yaşamadık ama diploma törenlerimiz falan iptal oldu. Ancak bizim hayatımızı asıl üniversite yıllarında çok etkiledi. Bunu da sonradan fark ettik. Biz lay lay lom üniversiteye girdik ama ODTÜ politikleşmiş bir okuldu. ODTÜ’nün devrimciliğe yatkın bir alt zemini vardı. Bunun etkisini ben başka türlü hissettim. ODTÜ’ye girdiğimde her yeri TED Ankara Koleji gibi sanıyordum. Ancak ODTÜ’de Türkiye’nin her yerinden gelmiş yaşıtlarım vardı. Onlar benim evrenimi sarstı. Konuşmak isteyeceğim, kendime yakın bulduğum stereotipleri baştan söyleyebilirim; mahallemde olan Anadolu liseli insanlardı. Ama burada bize hiç benzemeyen gençler vardı ve bizim sahip olmadığımız yetenekleri vardı. Mesela biri çimenlerin üstünde bağdaş kurmuş saz çalıyor. Bu arada ben de piyano çalıyorum ama piyano dersleri almış olmam lazım, evde çalmalıyım gibi standartlar var. Sınıf farkı demek istemiyorum ama Ankara dışından gelmiş insanlar ile aramızda kültür farkı olduğunu anladım. Benim evrenimde bir şey yapmak için çok ağır eğitim görmek ve başarılı olmak gerekiyor. Ama bu insanların evreni öyle değil. Oturuyor çimenlere ve saz çalıyor, işin ilginç tarafı ise, çok da iyi çalıyor. Onun beni etkilemesi kolayken benim onu etkilemem zor. Çünkü benim onu etkilemem için evden piyanoyu getirip çimene oturup çalmam gerekiyor. Ve bu yüzden ünversitenin ilk yılında sosyal açıdan “silahsız” kaldım, ne olacağımı şaşırdım. Bir de elektrik bölümüne girmiş olmanın ağır bir müfredat yükü var. Sonuç olarak ilk seneyi dağılarak geçirdim. Üniversiteye hazırlık senemde kenara attığım kitaplar ortaya çıktı. Diğer gençlerin okudukları bana yabancı olan bir literatürdü. Varoluşçulukla ben orda tanıştım. Sartre, Camus beni yıkıp geçti. “Ben kimim?” sorusunu sordum kielektrik bölümünde okurken sorulacak çok yanlış bir soru.

C: Hocam ben burada bir şeyi merak ettim. O kişilerin kendi ortamınızdan farklı olduğunu söylediniz. Benim kafamda ODTÜ, tarihi boyunca zaten hep Anadolu liselerinden ve kolejlerden öğrenci alan bir üniversiteydi. Dolayısıyla bu kültür şoku yaşadığınız insanlar daha farklı liselerden mi geliyordu yoksa şehirler arası kültür farklılığı mıydı ortada olan?

D: Şehirler arası kültür farklılığını aşan kitleler arası kültür farklılığıydı. Sonunda bunun çok güzel anlatıldığı bir kitap buldum (ODTU: Tarih direniyor, Yalçın Bürkev, 2016, Nota Bene Yayınları). Devrimci bakış açısıyla yazılmış ODTÜ tarihi hakkında bir kitaptı, dolayısıyla karşıt görüşleri görmek için başka yere de bakmak lazım. Fakat şundan bahsediyor; ODTÜ ilk kurulduğunda öğrenci konseyleri de kuruluyor. Öğrenci konseyleri içinde iki farklı kitle var ve tamda benim hissettiklerimi anlatıyor, o yüzden bana çarpıcı geldi. Orada geçen bir kısım var, diyor ki: “Biz çalışkan öğrenciler olarak taşradan bu okula geldik ama İstanbul’un o eski özel okullarından gelen kişiler de yani “başkaları” vardı. Teneffüs oluyordu ve biz kendi aramızda ip atlıyor, top oynuyoruz. Bakın sanki ortaokul veya lisenin devamı gibiler. Kolejliler ise çay partisi düzenliyorlar, sunumlar yapıyorlar aralarında. Sonunda bunlar diyor ki: “Bu böyle olmaz, sonuna kadar ip atlayamayız biz de bir şey yapalım.” Sonuçta bu farklı kültürden insanları kaynaştırıcı bir şey olarak öğrenci konseyleri oluşuyor. TED Ankara Koleji İstanbul’daki köklü özel okullara nazaran daha ayakları yere basan, bu kültür farkı açısından daha orta noktadaki bir okul aslında, ama biz de şehirliydik “diğerlerine” göre. ODTÜ 1956’da kuruluyor ve ben 1983’te giriyorum ama hala bu ayrım var. Çünkü ben görüyorum, orada farklı bir kitle var, başka türlü iletişim kuruyorlar ve daha doğallar. Biraz sokak ve salon kültür ayrımı gibi. Ve orada beni sokak kültürü çekti, sizin “dolayımsız” dediğiniz türden bir şeydi çünkü. O tip etkileşimler de kurmaya başladım 1. sınıfın sonunda.

Burada ayrıca farklı bir konu var, ondan da bahsedeyim ufak bir parantez açıp, sonra ODTÜ’deki kültür konusuna geri dönelim. Elektrikte okuyan kadın bir öğrenciyim. 250 öğrenci arasında 7–8 kadınız. Çok şükür kadın hocalarımız vardı. Yani, biz ezilmiş gibi hissetmiyoruz ama elektrik yükü farklı dağılmış durumda, az kız çok erkek var. Biz o yüzden orada erkekleştik. Buna asimile olduk demeyeyim de, gönüllü olarak erkekleştik çünkü öylesi daha kolaydı. Ben mesela hiç etek giymezdim, hatta döküntü pantolon giyerdim dikkat çekmemek için. Kadınlığım ön planda olmasın, sadece öğrenciliğim belli olsun diye. Bir de kızlar arasında dayanışma da yoktu. Belki o yüzden, kız/erkek tam bir ayrım yoktu. Hepimiz aynıyız ve erkek gibiyiz şeklindeydi. Bu durum, ben tarih dersinden kaldığım zaman çok çarpıcı oldu. Tarih dersini tekrar almam gerekti ama saatler uymadığı için alttan gelen tarih dersini İşletme Bölümü ile birlikte almak dışında seçenek yoktu. Orada da ayrı bir kültür yıkımına uğradım. Ben işletmeyle tarih dersi aldığımda şok geçirdim. Tırnaklara oje sürüyorlar, tuvalette saç tarıyorlar, uyumlu etekler giyiyorlar… Ben onlar arasında dağ adamı gibi bir şeyim. Saçımız at kuyruğu, labdayız, tuvalet molası 2dk, gir-çık. Ama onlar öyle değildi. Orada bende bir yıkım oldu, onlar da hemcinsim ama ben öyle değilim diye düşündüm. Ama yine de ben öyle olmayı tercih edemedim. Belki de etmek istemedim. Öyle bir ortamımız da yoktu. Yani o tarih dersinden sonra elektrik sınıfına etekli ojeli halde gidemezdim. Acayip bir şey olurdu, öyle bir duruma da gerek yoktu. Hatta ilginç bir şey yaşadım yakın zamanda. Kendimi deneme amacıyla ALES sınavına girdim. Meğer sınav girişinde erkek ve kadınlar olmak üzere 2 ayrı sıra varmış. Ben bunu, yani ilk bakışta herkesin görebileceği bir şeyi, görmemekle kalmayıp içgüdüsel olarak erkeklerin sırasında bekliyormuşum. Sıra bana yaklaşınca arkamdaki birisi omzuma dokunarak beni uyardı. Bana “Kadınlar öbür taraftan giriyorlar.” dedi. Halbuki erkeklerden farksızız gibi bir his vardı bende. Erkek arkadaşlarımızın bize karşı tutumu da öyleydi. Biz bilgi konuşurduk, ders konuşurduk, flörtleşme yok denecek kadar azdı hatta.

Sorduğunuz kültür sorusuna hocalar ile devam edecek olursak, mesela ODTÜ’de şu da etkiledi beni: Bazı hocalarımız vardı, ilk yıllarda olmayıp da daha sonra ben yüksek lisanstayken gördüğüm. Güney Gönenç bunlardan biriydi, sonradan gelmişti okula (Küçük bir not olarak “Automata” dersini ondan daha iyi anlatan yoktu). Muhteşem bir adamdı, bilgeliği ağzını açar açmaz hissedilirdi. Bu hocayı merak ediyorduk, “neden daha önce yoktu da şimdi gelebildi” gibisinden. Meğer Barış Derneği davasından dolayı uzaklaştırılmış. Daha sonra davayı kazanarak geri dönmüş. ODTÜ’de çok politik bir ortam vardı. Bizim nesle apolitik derler ama şimdiki nesle göre çok daha politik olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü bir yıkımın sonrasından geldik, bu yıkılan şeyin yokluğunu hissedip “Bu niye böyle” diyorduk ister istemez. O yüzden hocalarımızda o apolitik dönemde politik anlamda gayet girişimci insanlardı. “Girişimci” derken, ayakları sağlam basan, kendi duruşlarına karşı gelen baskıya ayak direyebilen insanlardı. Bir duruşları vardı ve bundan çok etkilendim. Öğrenciler bu duruşu örnek alacak faaliyetlerde bulunur, imzalar toplardı. Mesela biri okuldan atılmanın yasaklanması konusundaydı. Benim saygım hep gerçeğeydi, kimsenin tarafında olmadım öğrenciyken de öğretmenken de. Diğer öğrencilerle bir tartışmaya girdiğimi hatırlıyorum. Öğrenci tarafına karşılık ben! Bana atılmanın kalkması için imza verir misin diyorlar, normalde bir öğrenci olarak benim de imza vermem gerekirdi. Fakat ben onlarla tartıştım ve dedim ki; önce atılmanın koşullarına bakalım (O sıralarda atılmak için 4 dönem boyunca 2’nin altında not getirmiş olmanız gerekiyordu). Eğer 4 dönem boyunca 2’nin altında not almışsanız o zaman atılmayı hak etmişsiniz demektir. Çünkü bu okula girmek çok zor ve siz bu okula girecek kapasitedesiniz ama bitirecek kapasitede olmadığınızı göstermişsiniz demektir. Çok hararetli bir tartışmaya girdiğimi hatırlıyorum. Sonuç olarak takım tutar gibi, “öğrenciyim o halde öğrencileri desteklemeliyim” demedim, benim aidiyetim hep gerçekten yana oldu ve bunun sıkıntılarını da çok çektiğimi söyleyebilirim.

Aidiyeti gerçekten yana olan hocalarımız vardı Güney Gönenç, Fatih Canatan, Nevzat Yıldırım bunlardandı. Nevzat hoca bir dersinde hoca tahtaya koskoca bir soru işareti çizdi ve “Biz size know-why, yani “niye”yi öğreteceğiz, know-how’ı, yani “nasıl yapılır”ı öğretmeyeceğiz” dedi. Bazı fakülteleri eleştirmişti,“oralarda niyeyi öğretmezler, onun yerine uygulama öğretirler. Bu nedenle diğer fakültelerle aranızda uçurum olacak çünkü mezun olduğunuzda onlar her şeyi biliyor olacaklar. Aynı şirkette bir işe girdiğinizde onlar hızlıca bir ürün çıkarırken siz çıkaramayacaksınız” demişti. “Ama siz iki sene sonra o ürünün daha iyisini kendi başınıza çıkarabileceksiniz.” Bu benim çok hoşuma gitti. Özetle, bilge hocalarımız vardı ve bu hepimizin öğrenci kültürünün ortak bir parçasıydı.

C: Kısaca önceden değindiğiniz konuyu, öğrenciliğinizde bilgisayarların evlere girmesini de açabilir misiniz?

Bilgisayar macerası çok güzel çünkü tam bizim gençliğimizle örtüşüyor. Biz lise sondayken Commodore 64 adında bir konsol çıkmıştı. Şimdi onun resmini gören yaşıtlarımın gözü dolar. Çünkü onu televizyona takıyorsunuz ve programlama yapıyorsunuz: bu bizim kendimizi tanrı gibi hissedebileceğimiz düzeyde bir duyguydu. Bu kutuyu ben hareket ettirdim duygusu gibi. O zamana kadar hep edilgen konumdaydık, sadece okuyucuyduk. Bilgisayar bu yüzden bizi çok cezbeden bir şeydi. Biz üniversiteye girdiğimizde kişisel bilgisayarlar yeni çıkmıştı. ODTÜ’de main-frame’ler, punch-card’lar vardı. Benim gibi şanslı gruptakilerin evine kişisel bilgisayar girdi. Ama sizin şuanki “bilgisayar” kavramınızla hiç alakası yoktu. Mesela hard disk diye bir şey yoktu. Bilgisayarı her açtığında programı tekrar yüklemek zorundaydın. Mesela benim kullandığım FORT adlı programda 5 disk vardı ve her seferinde tek tek yüklerdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra hard diskli PCler ancak çıkmıştı, ancak onlar da çok imtiyazlı kişilerde vardı. Gıpta ettiğimiz hard disklerin kapasitesi 1 MB civarındaydı. Bizim aramızda dedikodu oluyordu: “ Falanca yerde 1 MB hard disk varmış. Vay, nasıl alabildiler acaba!” şeklinde. O günleri de yaşamış olmak benim hoşuma gidiyor. Bunlar bize şekil veren şeylerdi. Sonra ben doktoramı bilgisayar alanında yaptım, elektrikten uzaklaşmam o sayede oldu.

C: Hocam bir diğer sorumuz tam da bıraktığınız yerden sonrasıyla alakalı. Yüksek lisansı ne üzerine yaptınız, neden o konuda yaptınız ve neden ODTÜ’de yaptınız? Daha sonra yüksek lisanstan doktoraya geçiş sürecinden bahsedebilirsiniz. Yanlış bilmiyorsam University of Florida’ya gidiyorsunuz. O süreçten ve araştırma alanlarınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

D: Ben okulu bitirmeden önce dağılma sonrası toparlanma sürecindeydim. Arkadaşlarımın bir kısmı bilgisayar mühendisliğinde okuyordu. Onlarla olan arkadaşlığım sayesinde bilgisayar bölümünden de dersler almaya başlamıştım. Rahmetli Neşe Yalabık hocayla o dönemlerde tanıştım. Yine kadın mühendisler beni etkilemiş oldu. O dönem beni etkileyen isimler: Neşe Yalabık, Asuman Doğaç ve Uğur Halıcı. Asuman hoca hariç çocukları var, aile sorumlulukları var. Asuman hoca da çok özgür ruhlu ve güçlü bir kadın. O, database (veri tabanı) dersini veriyordu. Yine bir hocayı sevdiğimden ötürü o konuya ilgi duymaya başladım. Yoksa database hayalim falan yoktu. Ne kadar güçlü bir kadın, nasıl bu kadar proje yapabilir şeklinde düşüncelere sahiptim. Bu arada bitirme tezim de database üzerineydi. Ben Asuman hoca yoluyla Uğur hocayla tanıştım ve onunla beraber yüksek lisans yaptım, Uğur hoca Asuman hocanın öğrencisiydi. ODTÜ Elektrikte yüksek lisans yapmak değil de Uğur hocayla yüksek lisans yapmak üzere, yani hoca temelli bir tercih yaptım. “Uğur hocayla biz hangi konuyu çalışalım” vs diye düşünürken, Burçak (okuldan arkadaşım) ile beraber nöral ağ konusunu bulduk. Bizi etkileyen isim Terry Sejnowski olmuştu. Yarasaların ses tanıma sistemiyle çalışan bir nöral ağ yapmıştı. Biz direkt bu konuya merak saldık. “Biz bu nasıl olur” derken Uğur hoca da “Ben de nöral ağ çalışmak istiyorum” dedi. O sıralarda ODTÜ’de nöral ağ çalışan kimsede yoktu aslında.

Burada kısaca şunu belirteyim kestirmeden bilgi olarak: bilgisayarda binary sistem vardır 1’lerden ve 0’lardan oluşur. Bilgisayar mühendisleri buradan başlar. Ama biz elektrikte bundan ziyade transistörün fiziksel yapısından bilgisayarın temel entegrelerinin ne olduğuna kadar adım adım gördük. Bunun bana ayrı bir katkısı oldu. Bunun nörobilimi anlamama çok faydası olduğunu söyleyebilirim. Çünkü nörobilimin temelinin ne olduğunu düşündüğünüzde çok geniş bir yelpaze olduğunu fark ediyorsunuz. Nöronların tek tek birleşmesiyle hipokampus oluşuyor, onun diğer sistemlerle etkileşmesi ile daha geniş bir sistem, limbik sistem oluşuyor, sonunda bu bağlantıdan kocaman bir davranış-zihin oluşuyor. Bu aslında bizim elektrik mühendisliğinin 2 ve 3. sınıflarında gördüğümüz şemaya çok oturan bir şey. Bakın bu tesadüfi bir şey, ben bunu öğrenmek için elektrikte lisansa girmemiştim. Ama sonradan nöral ağlara ve nörobilime kolayca geçebilmemi bu alt-yapı sağladı.

Neyse, kaldığım yere döneyim, benim bir yandan da database hevesim var Asuman hoca dolayısıyla. Dolayısıyla ben database şirketinde işe girdim ve bir yandan da nöral ağ konusunda yüksek lisans yapmaya başladım. Burçak ise Ersin Tulunay’ın öğrencisi ve matematik ağırlıklı bir alandaydı. İkimiz de Sejnowski’nin basit bir uygulama yaptığı backpropogation (geri yayılım)’dan yola çıkmıştık. Benim yüksek lisans tezim Turbo Pascal ile yazılmıştır; bu iş için hiç uygun olmasa da elimizde o zamanlar o vardı. Güzel yanı, biz hazır yemeği ısıtıp yapmaktan ziyade “un koy, su koy, şeker koy, öyle helva yap” şeklinde öğrendiğimiz için ikimiz ayrı ayrı nöral ağı sıfırdan programladık. Çok enterasan bir şey vardı, o da bilgisayarların kapasitesi buna yetmiyordu. Biz bir şeyi yazıyoruz ama çok az node koyabiliyoruz. İki katmanlı bir ağ yapısı düşünün, her katmanda aşağı yukarı 10 node falan var. Sabah çalıştırdığımızda bitmesi akşama kadar sürüyor. Arada bizim eklediğimiz komutlar sayesinde “şu aşamadasınız” şeklinde yazılar çıkıyordu. Hani filmlerde bilgisayar ekranında sayılar akıp gidiyordur ama siz bir şey anlamazken bilim insanının “Bak şu işte!” falan demesi gibi biz de ekrandaki sayılardan bir şeyler çıkarsamaya çalışıyorduk. Burçak sonunda “Dikkat ediyor musun, hep aynı şeyler tekrar ediyor.” dedi. Bazı algoritmalarda “converge” denen bir şey vardır, algoritma bir şeyi öğrendiği zaman bir sonuca yaklaşması ve artık sonucun değişmemesi gerekir. Her girdiyi verdiğinizde aynı çıktının çıkması gerekir, işte bu ‘öğrenmek’ demektir. Burçak programımızın bir öğrenme değil de “osilayson” (bir ileri bir geri salınma ve her seferinde farklı sonuç bulma) yaptığını söyledi. Yani öğreniyor gibi ama hemen geri adım atıyor gibi. Sonra detaylı bakınca da öyle olduğunu gördük. “Bunu çözmenin bir yolu olmalı” diye bayağı düşünmüştük o sıra. Halbuki bugün çok bilinen “bias” denen bir şey var. Bir bias bağlıyorsun ve o hep 1 veriyor sisteme. Onun bir bilgi katkısı yok, tek yaptığı ağa 1 vermek- çıpa gibi düşünebilirsiniz. O sayede sistemin ileri geri osilasyonu geçiyormuş. Biz bunu bayağı okuduktan sonra bulabildik. Nitekim biası bağlayınca algoritmalarımız sonuca erdi ve çalıştı.

Burçak’ın ne yaptığını hatırlayamıyorum ama ben klavyeyi kullanma tarzından insanları tanıyan bir şey yapmaya çalışıyordum (açıkçası bu konuyu da Burçak bulmuştu). Fakat benim uygulamam dinamik olarak çalışmıyordu. Siz cümleyi yazıyorsunuz, ben siz yazarken klavye paternlerinin sürelerini belleğe veri olarak giriyorum, hard diske kopyalıyorum, daha sonra eğitilmiş algoritmama veriyorum ve bu kimdir diye soruyorum. Sistemimde klavye kullanmış 10 kişi vardı. O zamanın nöral algoritmaları %70 civarında sınıflandırma başarısı gösteriyordu, ama bu bile bize ödül getirdi. Çünkü o sıralar(1991 yılı) bunu bile yapan yoktu. Mesela yüz tanıma o zamanlar en çok tartışılan konuydu. 5 yaşındaki çocuk annesinin yüzünü tanırken neden algoritma tanıyamıyor, insan zihninin bir modeli çıkarılabilir mi gibi sorular çok gündeme gelmişti, çünkü az da olsa nöral ağlarla bir başarı elde edilebiliyordu.; %70 oranla da olsa bu sistem bir şeyi biliyor. Burada bahsettiğim ”bilmek” felsefi anlamdaki bilinçli şekilde bilmek değil, doğru sonuca ulaşıyor diyelim. Speaking Minds kitabının ortaya çıkması,Sejnowski’nin oradaki bir bölümde “Hardware matters” demesi, insan beyninin yapısının da önemli olduğuna işaretti. Yani keyfi ya da matematiksel bir sistem kurmakla olmuyor bu iş, insan beyninin nasıl olduğunun önemi var. Bu yaklaşım benim ufkumu değiştirdi.

Database’den geri adım atıp insan beyninin nasıl çalıştığını anlamaya yöneldim. Burada uzay benzetmesi kullanacağım. Bizim nesilde uzaya gitmek gibi en olmayacak şey gerçekleştiği için, “boş” demeyeyim ama aşırı bir özgüven vardır. Benim neslimin çalışan üreten kısmında, biz her şeyi yapabiliriz anlayışı vardır. Bana özgü bir şey değil bu. Ben de o sıralarda saf bir şekilde doktoramda insan beyni üzerine çalışıp, ona özgü bir model geliştirerek eldeki nöral ağlardan daha iyisini yapacağımı düşünüyordum. Böylelikle ekranda 0 1’leri izlemek yerine insan beynindeki networkleri anlayacağımı düşünüyordum. Böyle bir kırılma noktasının ardından, o sıralar Fulbright bursuna başvurdum ve kabul aldım. Bu sayede Florida’ya gittim. Nitekim Fulbright komisyonundaki mülakatta hayalperest şeyler söylesem de dayanaksız değildi. Benden daha iyi notlara sahip kişiler vardı ama ben hocalara kendi hayalimi sundum. Asimov’un bilimkurgusunu gerçekleştirmek istediğimi ve bunun yolunun da nöral ağ olduğunu ve bunun içinde asıl insan beyninin nasıl çalıştığını öğrenmem gerektiğini anlattım. Çünkü elimdeki matematiksel nöral ağ ile ancak %70 başarıda kalıyorum dedim. Sonra Florida’da bilgisayar bölümüne gittim. Orada bilgisayar kökenli olmadığımdan ek bir sürü ders aldım. Fulbright bursum bir senelikti. Bu nedenle para kazanmam gerekiyordu. Benim her zaman can simidim database olmuştur. Bu yüzden de Asuman hocaya ne kadar teşekkür etsem azdır. Sonuç olarak database asistanı oldum. Ama aklım insan beynindeydi.

C: Bu soruyu daha ileride sormayı planlıyordum ama şu an yeri gelmişken sormak istiyorum. Özel sektörde çalışıyorken yüksek lisans yapıyor olmak sizi çok zorladı mı? Yoksa o zamanlar bu çok sıradan bir şey miydi?

D: Sizin zorluk dedikleriniz şey bizim için hikayeydi. Biz her türlü zorluğa hazırlıklı insanlardık. Bu benim için değil tüm yaşıtlarım için öyleydi. Ben o zamanlardan beri hep çok az uyurum. ODTÜ’de hep böyleydik. Bu sadece kendi bölümüm için değil genel olarak ODTÜ için geçerliydi. Uykusuzluktan kimse şikâyet edemez, herkes işini yapmak zorunda. Yapmazsan berbat bir not alırsın. Son seneye girildiğinde ertesi güne teslim edilmesi gereken 2 lab ödevi, bir sınav gibi yoğun bir tempo var. Hatta öyle ki gece kalkıp hangisini yetiştiremeyeceğime önceden karar verip onu yapmaktan vazgeçip diğerlerine odaklanıyordum. Böyle olunca, hem özel sektörde full-time çalışmak hem de yüksek lisans yapmak o temponun devamıydı. Sonuçta yüksek lisansımı da geceleri yapıyordum. İyi kazanıyordum ve ailemle yaşamanın faydasını görüyordum. Çünkü elektriğim, suyum kesilmiyor, fatura ödemek gibi şeyler vaktimi almıyordu. O yüzden bir yandan yüksek lisansımı yaparken çalışabiliyordum. Şimdiki gençlere baktığımda çok kolay şikâyet ettiklerini görüyorum. Mesela full-time yerine part-time çalışıyorken yüksek lisans yapıyorlar ama bahane uydurup tezi yetiştiremediklerini söylüyorlar. Aileleriyle aynı evde oturma konforuna sahip olsa da olmasa da farketmiyor. Biz itiraz edince ayıp oluyor, içerliyorlar. Sizin neslin dokunulmazlıkları var, bizde ise öyle şeyler yoktu. Bize hocamız neden yetiştiremediğimizi sorduğunda utanırdık. Keşke daha çok çalışsaydım da bitirseydim diye düşünürdük. Şimdi öyle olmuyor. Siz öğrenciye sorduğunuzda özel hayatına girmiş oluyorsunuz. Yüksek lisans ve işe girdiysem ikisini de beraber götürmek zorundayımdır.

Tez ilerledikçe şöyle bir sıkıntı oldu: ben başından beri programları hep Turbo Pascal ile yazıyordum ve datalarımı da öyle topladım. Ama bu program yamalı bir bohça gibi büyüdü ve kontrolden çıkmaya başladı. Sonlara geldiğimde hoca bu grafik neden çıkmadı diye sorduğunda hızlıca algoritmamı değiştirip bunu yapacak halde değildim. Algoritmam zaman içerisinde çöplüğe dönüşmüştü. Onun için işyerine gittim ve patronumdan 2 haftada programımı toparlamak için izin istedim. O da verdi. Eğer izin vermeseydi istifa edecektim çünkü başka çıkar yolu yoktu. Ben iki hafta işe hiç gitmedim ve gece gündüz çalıştım. Burada Doğan Canku’ya teşekkür etmek isterim çünkü çalışmamı sağlayan şey onun “Sonsuza Dek Ayrılık” adlı müzik kasetiydi. Sabahlara onun müziğiyle başlardım. Sonuç olarak o iki hafta sayesinde mezun olabildim. Neşe hoca da vardı jürimde. Hatta Neşe hoca “güzel olmuş ama bazı grafikler eksik” dediğinde titrediğimi hatırlıyorum. Tekrardan değiştirmem gerekiyor diye korktum. 3 ay uzatma aldım bu yüzden. Sonuç olarak cevabım; evet yorucu tempo gerekiyordu ama bizim için yorucu tempo normal bir şeydi. Madem yüksek lisans yapacaksın buna razı olacaksın mantığı vardı. Ancak, son kertede o yorucu tempo dahi yetmemeye başladı, izin kullandım.

C: Cevabınız için teşekkürler hocam. Benim bir sorum daha var. Tam da doktoraya geçiş fazınızla alakalı. University of Florida’yı nasıl keşfettiniz çünkü şu an olan bilgiye erişim imkanları pek yoktu. Daha öznel ilerleyen bir süreç sonuç olarak. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

D: Evet güzel bir soru ve bu sayede bir hocaya daha teşekkür etme fırsatım oldu. O zamanlar bilgisayar çıkmış ama her şey dijital hale gelmiş değil. Üniversitelerin listesini bulmak için Fulbright ofisine gidip birkaç cilt olan rehberlere bakıyordum. Biz parmağımızı yalayarak tüm sayfalara tek tek bakıyorduk. Ve tabi kulaktan dolma öğrenci iletişim ağımız vardı. Zorunlu stajlarımın birisinde Boğaziçi grubundan insanlarla tanışmış oldum. Onların elinde bir liste vardı. Bir de mezun olur olmaz Amerika’ya giden arkadaşlarımız vardı. Bunlar sayesinde elimde 3 sayfalık bir liste oluştu. Ama o liste kan, ter gözyaşı dökerek oluşturuldu. O sırada o listenin içinde University of Florida en altlardaydı, dikkat çekmiyordu. En üstlerde çok belirgin isimler vardı; MIT, Stanford, Caltech, Carnegie Mellon … Bu arada başvuru süreci çok zordu. Kağıtlarla başvuruyordun ve o kâğıdın Amerika’ya gitmesi zaten 1–1.5 ay sürüyordu. Fulbright bursunu kazanınca bana dediler ki, “Biz sana öneriler getirebiliyoruz. Sen yine de listeni yap ama 3 yer seçebilirsin”. Daha sonra Nazif Tepedelenlioğlu hocayla görüştüm. Nazif hoca ODTÜ’nün eski hocalarındandı, ben ondan hiç ders almamıştım. Meğer Nazif hoca da Güney hoca gibi uzaklaştırılanlardanmış. Uzaklaştırılınca gittiği yer de Florida’ymış. Türkiye’ye yazın geldiğinde ben kendisinden bir randevu almıştım. Kendisiyle oturduk ve o listeme baktı. Sonra bana dedi ki: “Ben Florida Instituteof Technology’deyim ve sana University of Florida’yı öneririm. Gelişmeye açık ve senin de hedeflerine uygun bir yer. Hem de diğer yerlere göre girmen daha kolay olabilir diye düşünüyorum. Orayı yazmamazlık etme.” Ben 3 tercih arasında 3. sıraya yazdım; açıkçası diğer yerleri hatırlamıyorum. Böylece oraya girmiş oldum.

Bilgisayar bölümüne başlamam biraz olaylıydı. “Bilgisayar mühendisliği istiyorum o halde Florida bilgisayar mühendisliği yazayım” şeklinde bir düşünceyle olmadı. Bize verilen tembih ve başarı mekanizması, başladığın bölümde bitirmek, yani tıpta başladıysan ihtisasını tıpta alman gerekir şeklindeydi. Size artık disiplinler arası kapılar açık, o nedenle kolay görünebilir ama bizim zamanımızda yoktu. Elbette doktoramı elektrik mühendisliğinde yapacaktım(!). Bunu yapmalı mıyım diye çok sorguladım çünkü doktora aşamasına gelene kadar bana elektrik bölümü ağır geliyordu. Bir yandan zaten database alanında çalışıyorum, tadını almışım. Kontrol bölümünde okuyorum ki matematiği çok ağırdı ve saire. Nihayetinde, tiyatrocuların “sahne tozu yutmak” dediği gibi bir durum vardı, bilgisayarın bir kez tadını da almış olmama rağmen bulunduğum bölümde devam ettim. Daha sonra Fulbright bursunu kazanınca, yine elektriğe girmiş oldum. Ama artık ben değişmiş bir insandım. İnsan beynini, nöral ağların gerçek yapısını merak ediyordum. Neyse, tüm bu düşünceler ve kararsızlıklarla beraber benim cebimde bursum vardı ve University of Florida elektrik bölümüne kaydolmaya gittim. Beni Bosman adında bir doktora koordinatörüne yönlendirdiler, derslerimi o seçecekti. Bana “digital image processing” dersini vermek istedi ama ben kendisine bu dersi almayacağımı söyledim çünkü onu yeni almıştım ODTÜ’den ve AA ile geçmiştim. Adam bana rest çekti ve “Türkiye’de aldığın dersle bu aynı ders değil” diyerek küçümsedi. Ben aynı olduğunu düşünüyordum ve daha yeni aldığım için almamın gerekli olmadığını söyledim. O da bana, “Sıra doktora yeterlilik sınavına geldiği zaman geçemezsin.” dedi. Ben ise “Geçerim!” dedim. İş hafiften inatlaşmaya döndü: geçersin- geçemezsin…Halbuki niye inatlaşıyorsam, dersi alıp AA ile geçsem hem benim işime gelirdi hem de adam memnun olurdu. Ama ben inatlaşmaya devam ettim ve adam sonunda çok sinirlendi.

Koordinatörle iletişimimi çok etkiledi. Çünkü bir kadın olarak ve öğrenci olarak geri adım atıp onun dediğini yapmam gerekirmiş gibi oldu. Ama ben öyle yapmadım. O itişme sonrasında ben “Hayır, dersi almayacağım.” dedim. Aslında Bosman normalde çok iyi ve ılımlı bir insanmış, daha sonra başka insanlar söyledi bunu. Böyle rest çeken ve öğrenci üzen birisi değilmiş. Ancak ben diretince o da bana; “bu odadan dışarıya adım attığında tekrar bu programa geri dönemezsin” dedi. Ben de “Eyvallah!” dedim ve odasından çıktım. Bölümün binasından çıktığımda vücudumdaki tüm hormonlar zirve yaptı. Şunu hiç unutmuyorum; kapı açıldı, dışarı çıktım bölümden, ancak Florida havası sauna gibi sıcaktı. Kendimi bir anda sorgulamaya başladım, “Ben şimdi ne yaptım? Burs kazanmıştım halbuki…” Geri dönmem de imkansızdı, kapıyı kapatmıştım neticede. Şöyle bir İngiliz atasözü vardır: “Bir yerden çıkarken kapıyı aralık bırakın, şemsiyenizi içerde unutmuş olabilirsiniz.” ‘Şemsiyem’ içerde kalmıştı ve ben de kapıyı kapamıştım. Tamam dedim ben yapacağımı biliyorum. Bahsetmiştim, “Biz her şeyi yaparız diye bir özgüven” vardı, biraz yanıltıcı bir özgüven olsa da. Ama o yanıltıcı özgüven işime yaradı. “Buraya gitmezsem bilgisayar bölümüne giderim” dedim. Sanıyorum ki oranın kapıları bana açık, “Buyurun Fulbright bursu kazandınız, tebrikler. Sizi bölümümüze alıyoruz.” tarzında bir karşılama umuyorum. Ama öyle bir şey olmadı tabii ki. Bölüme gittim, bölüm başkanı yok. Sekreterine gidip randevu alayım dedim bir hafta sonrasına vermeye çalışıyor. Bari Fulbright’a ne diyeceğimi düşünürken bana yardım edecek birisini bulayım dedim, topunu kaybetmiş çocuk misali.

Tek tek hocaların kapısını çalmaya başladım. Bermudez adında bir İspanyol hoca vardı ve bana yardım edecek vakti de vardı. Bu çok önemli bu arada, bir hocanın boş vakitleri olabilmelidir. Böyle acil durumlarda bir kişiye can simidi olur hoca. Ona ODTÜ’den geldiğimi, bursumun olduğunu anlattım. Elektriği kazandığımı ama bana zorla ders aldırmaya çalıştıklarını söyledim. Oraya gitmem imkânsız, bilgisayar bölümüne gelebilir miyim diye sordum. O da bana dosyalarımı oradan buraya getirmemi söyledi. “Cuma günü dosyanı akademik kurula sunalım ve bakalım.” dedi. O gün de Çarşamba’ydı, iki gün beklemem gerekiyordu. Dosyam için tekrar Elektrik Bölümünün kapısından girdim ama adamın odasına değil de sekretere gittim. Dosyamı aldım, götürdüm. İki gün beklerken her türlü dualar edildi. Ve cuma günü bilgisayar bölümüne girebildim. Ama bunda transkriptimde bir sürü bilgisayar dersimin olmasının faydası çok olmuştu. Bursum bitince bir dönem database asistanlığı yaptım. Bursun zorunlu kıldığı derslerimi de almıştım. Daha sonra tıp fakültesinde bir asistanlık bulmak istedim çünkü o sırada beyin araştırmaları yapan grupları duyuyordum. O konuda çalışan bir grupta asistanlık buldum. Daha sonra bu gruplar birleşti, dolgun bir bağış alarak “McKnight Brain Institute” oldu. Ben de orada bilişsel nöropsikoloji labına girdim. Ekmek paramı lab için database işleri yaparakve programcı olarak kazanıyordum. Ben bilişsel nöropsikolojiyi, uygulamalı olarak o beyin enstitüsünde araştırma görevlisiyken öğrendim. Bir taraftan da boş zamanlarımda tezimi yazmaya devam ediyordum.

Tezim beyin görüntülerinin standartlaştırılması üzerineydi. Orada yine nöral ağ kullanıyordum ama bilişsel nöropsikoloji tezi değildi. Sonra çok şaşırtıcı bir şey oldu, bilgisayar bölümündeki hocamın standartlaştırma konusundaki bilgisi benim yapmak istediklerime yetmedi. Hayat zaten bir çember şeklindedir. Bir çembere başlarsınız, hop o çember kapanır. Bazen yeniden başladığınız çember öncekinin aynıdır. Ben bir önceki çembere tekrar dönmüş oldum böylece çünkü tezim için görüntü işleme (imageprocessing) gerekiyordu ve görüntü işlemeyi en iyi yapan hoca elektrik mühendisliğindeydi! Tezim bilgisayar mühendisliği üzerindeydi ama hocam değişti, yeni hocam (John Harris) elektriktendi. Bu sırada da araştırmama beyin enstitüsünde devam ediyordum. Güzel yanı fMRI yeni başlıyordu o zamanlar; yıl 1995. fMRI başlangıcı 1992 yılındaki Ogawa’nın makalesidir. Florida’daki tıp fakültesindeki grup da fMRI teknolojisini kurmak istiyordu. Hep birlikte fMRI teknolojisini sıfırdan hazırladık. Alette sunulacak programları, uyaranları, deneyleri ben hazırlıyordum. Cihazın içinde bir projektörden gösteriliyordu uyaranlar, denekten gelen dataları ben topluyordum, analiz ediyordum. Daha sonra labımız büyüdü. Başka arkadaşlarım da oldu, kimisi mühendislik fakültesinden kimisi nöropsikolojidendi. İlk yayınımız da 1999’da çıktı.

Bruce Crosson’a buradan teşekkürler ileteyim, bize etik konusunda çok şey öğretti. İlk yayın Bruce’ın projesinden çıktı ve hatta Bruce bu sayede bir ödül kazandı. Bir lab toplantısında bizim önümüze ufak da olsa bir çek geldi. Büyük küçük fark etmeden tüm çalışanlara ödülü bölüştürmüştü. Üç hocamız vardı; Bruce Crosson, Richard Briggs ve benim tez hocam olan John Harris. Richard bütün çekimleri yapan ve radyolojik bilgileri sağlayan kişiydi. Labda her şey eşit olarak konuşulurdu, erkek-kadın ayrımı yoktu. Ben bir fikir söylediğimde Bruce onu unutmazdı ve önerim doğru çıkarsa her seferinde “Bakın, Didem’in önerdiği bu yöntem sayesinde yaptık.” derdi. Minnacık da olsa bu bize bir aidiyet sunardı. Mesela bunu Türkiye’de hiç bulamadım, buna hiç alışamadım. Bir fikir ortaya atılır, sonra herkes o fikri kendi fikri sanır ve kendi fikriymiş gibi anlatır. Ben bunun böyle olmayabileceğini Amerika’da öğrendim. Fikir önemli bir şeydir, fikrin sahibi de önemlidir. Bir öğrenci de olsa yeni bir fikir ortaya atabilir. Türkiye’de ise yeni bir fikir ortaya atan kişi profesör değilse hep sorun çıkar. Sorunuzun biraz dışına taşıp University of Florida’ya girişimden sonrasını da anlatmış oldum…

C: Biraz özel olacak ama bu süreçte eşinizle tanışmış mıydınız? Eğer tanıştıysanız eşinizin sizin hayatınızda etkisi ve yeri nasıldı?

D: Bu konuda biraz bölümle alakalı. Biz Elektrik-Elektronik bölümde okuyorduk ve yaşıyorduk. Bizim dünyamız bundan ibaretti. Doktorlar için de böyle, doktorlar genelde kendi aralarında, bir başka doktorla evlenir. Başka bir evrenimiz yoktu. En azından bizim yaş grubumuz için öyleydi, sizin nesil için artık öyle olmuyor. Bizim için bir doktorun bir avukatla evlenmesi çok az bulunan bir şeydi. Eşimle ben ilk olarak ODTÜ’deki teknik olmayan bir seçmeli derste (non-technicalelective) tanışmıştık. Bu arada şunu söyleyebilirim, bir öğrencinin hangi seçmeli dersi seçtiği, onun kumaşı hakkında bir şey söylüyor bence. Benim 2 tane seçmeli dersim vardı: biyoloji ve İngiliz edebiyatı. Biz eşimle biyoloji dersinde tanışmıştık, ama eşim de Elektriktendi. Daha sonra ortak derslerimiz olmadı. Yüksek lisans sırasında çıkmaya başladık. Bu arada şunu söyleyeyim, mezun olur olmaz database’ci olmadım. ASELSAN’daki stajımın devamı olarak, mezun olmadan önce ASELSAN’da teknik eleman olarak çalışmaya başlamıştım. Eşim ise orda mühendis olarak çalışmaya başlamıştı, o benden büyüktü. Bilgi işlemde çalışıyorduk ve o sıralar çıkmaya başladık. Ondan sonra o yüksek lisans yaptı, ben de yaptım ve yüksek lisans sonrasında evlendik. Ben Florida’dan kabul aldığımda o kabul almamıştı henüz. Ama University of Florida’ya başvuru yapmıştı, henüz ret de almamış vaziyette bekletiliyordu. Niye beklettikleri belli değildi. O zamanlar tabii her şey mektupla olduğu için uzaktan o haber gelmiyordu. Biz “Tamam ya nasıl olsa gideceğiz, o halde gidelim.” dedik. O işinden ayrıldı ve tek bursla gittik. İşte Bosman’a kızıp o kapıdan çıktığımda eşimin başvurusu da beklemedeydi ve daha onun akıbetini araştıracak fırsatımız olmamıştı. O, öğrenci işlerine, ben de bilgisayar mühendisliğine gittik. O, öğrenci işlerinden başvurusunun TOEFL puanı eski diye bekletildiğini öğrenmiş. Bana yardımcı olan Bermudez ona da yardımcı oldu, “Sen de dosyanı getir öğrenci işlerinden.” dedi. Onun da dosyası geldi ve ikimizin başvurusu da birlikte bilgisayar mühendisliği kuruluna girdi.

Bu arada evlilik konusuna gireyim. Biz hem evliydik hem doktora yapıyorduk. En çarpıcı zaman doktora yeterlilik sınavıydı, onu söyleyebilirim. Yani herkesin kâbusu olan o sınav bizim için de bir kabusa dönüştü. Çünkü ikimiz de aynı anda yeterliliğe çalışıyoruz, evin içindeki stres o kadar fazla ki o gerginlik havada hissediliyor. Son bir ay kala her şeyi çalışıyoruz, kitaplar yığın halinde. Sonunda şöyle yaptık, yemek masası gibi büyük bir çalışma masası vardı. Onu bizim yatağın ayak ucuna çektik. Bu olay yıkıcı mı yoksa güzel bir şey mi emin olamıyorum. Öyle bir an geldi ki artık, uykusu gelen oturduğu yerden arkaya doğru yaslanıp yatıyordu, ayaklarımız yerde kalıyordu, yerimizden kalkmıyorduk. Ondan sonra uyanıyor ve çalışmaya devam ediyorduk. Sınavdan ikimiz de geçtik ama çok zor oldu. Hatta ben bırakacak aşamaya gelmiştim. “Yapamayacağım yapamayacağım!” diye üstüme karabasanlar geliyordu, kabuslar görüyordum. Zaten kabus gördüyseniz aslında yapacağınızın işaretidir, sonradan öğrencilerime bunu söyledim. Çünkü o şu demektir; beyniniz durmadan bilgi işliyordur, o sizin evreninizin merkezi haline gelmiştir. Bu nedenle muhtemelen başaracaksınızdır. “Brain Institute”taki hocalarım da geçmemi bekliyordu. Yani herkes benim geçmemi bekliyordu aslında, geçmekten başka şansım yoktu. Sınava girmemem demek herkesi hüsrana uğratmak demekti. Sınava sonunda girdim, eşim tamamen geçti ama benden hardware dersini yeniden almamı istediler. Yeniden almaya karşı alerjim olmasına rağmen o dersi aldım. Çünkü artık kurul zorunlu kılmıştı. Sonradan “Aslında senin hardware sınavın da geçerdi, ama transkriptine baktık, sen bu dersi Florida’da almamışsın, o yüzden burada da almanı istedik.” dedilerse de artık bu noktada itiraz edemedim.

Daha sonra doktora tezi aşamasına geldiğimizde, ben artık otuzuma gelmiştim. “Otuzuma geldim, hala öğrenciyim ve bir çocuğum bile yok.” havasına girdim. Kısa süre sonra, tam da doktoramızın tez aşamasında oğlumuz oldu. Sonra da kendi arkadaşlarım arasında, yani University of Florida’da, evli çiftler arasında “Çocuk yapma kararını doktorayı bitirmeye mi erteleyelim yoksa doktora ortasında mı yapalım, ne diyorsun?” dediklerinde ben hep aynı cevabı verirdim “Bu soruyu soruyorsanız, yapın.” Çalışmalarımı çok geciktirdi ama dünyamı çok zenginleştirdi. Yarı zamanlı bir Türk teyzemiz vardı (bakıcımız Esin teyze) günde 4 saat gelirdi, bize yeterdi. Evde çocuk büyütüyordum ve geleceğe ümitle bakabileceğimi hissetmiştim bu sayede. Bitirdikten sonra da postdoc için University of California’ya geldim, San Diego’ya. O sırada oğlumuz 4 yaşında falandı. Burs Türkiye’ye geri dönüşü zorunlu kılıyordu, “İkinci çocuğumuz da olsun, o da Amerika’da doğsun” diye düşünmüştük.

Ama ikinci çocukla postdoc çalışması çok verimsiz geçti. Iyi çalışamadığımı söyleyebilirim. İkinci çocuk doğunca bir sıkıntı yaşadık. Bunu kimse bize söylememişti, şimdiden herkesi uyarayım: İki çocuk iki kat emek olmuyor, üç dört kat emek oluyor. Çünkü çocuklar birbirini etkiliyorlar. Ortadaki dinamizm dolayısıyla oluyor bu. Birini besleyince diğeri acıkıyor, biri tatlı seviyor diğeri tuzlu seviyor vs… Bunu değiştiremiyorsun, “Aynı yemeği yapayım ikisi de yesin.” diyorsun ama yemiyorlar. İki tane değişik yemek yapıyorsun. Ondan sonra birinin uykusu geliyor uyuyor, diğeri uyumuyor. Tam uyumayanı uyutuyorsunuz diğeri uyanıyor. Bunlar kontrol edilemez bir şey haline geliyor. O yüzden önerim doktoranızla postdoc bitmeden bir çocuk yapmanız güzeldir, ancak iki çocuk yapmanız başarısızlığın garantisidir. O yüzden ideali bir çocuk, ikinciyi düşünüyorsanız sonra yapın. Doktoramı 2001 yılında bitirdim, aslında gecikmese 99’da falan bitmesi gerekirdi. 2004’te postdoc’ım bitti. Türkiye’ye 2004 yazında döndüm.

Eş durumuna gelirsek, Türkiye’ye döndüğümüzde çok farklı bir ortamla karşılaştık. Eski bıraktığımız Türkiye olmayışının ötesinde ilk çocuğumun Türkçe’ye uyum sıkıntılarını yaşadık. Ben ilk sene çalışamadım, ikinci oğlumun mama alerjisi vardı. Eşim akademik hayata devam etse bir maaşla ev geçinemeyecekti. Burada şunu söyleyebilirim, eğer aile kuracaksınız eve giren tek maaş bir akademisyenin maaşı ise, bunu unutun çünkü bir akademisyenin tek maaşıyla bir aile çevrilemez. O yüzden ben eşime dedim ki, sen akademisyen olarak devam etme, sen özel bir şirkete gir. O özel bir şirkete girip akademisyenliğin 2.5 katı para kazanır hale gelince ancak çocukları yoluna koyabildik. Ben ise ev hanımı oldum, dönüşte bir buçuk yıl çalışmadım. Bir kopuş oldu o zamanlar aramızda ve daha sonra da boşandık zaten. Tabii başka önemli faktörler de vardı, belli ki başka uyumsuzluklar vardı. Sandalye zaten sallanıyordu ama o sandalyenin bacaklarını güçlendiremedik. Çünkü biz hep öğrenciydik. Aslında biraz ev arkadaşı gibiydik. Öğrencilik birden bitmiş, birisi ev hanımı olmuş diğeri iş adamı olmuştu. Birden bir uçurum oldu ve ikimiz o uçurumdan dönemedik.

Sonuç olarak, Türkiye’deki yaşam çok zordu. Daha sonraları üzerinde düşündüğümde şöyle şeyler saptadım. Dediğim gibi doktorlar doktorla evlenir, avukatlar avukatlarla… Çünkü içinde bulunduğumuz ortamda başkalarıyla tanışıklığa elverişli durum pek yoktu. Aynı evin içinde olduğun ve evde de hala mühendis olmaya devam ettiğim için sorunlarla karşılaşıyordun. Mesela farkettim ki, eşimle bizim aramızda büyük bir farklılık vardı. O çok daha teknik bir insandı, kendi devre kurar, kendi program yapar. Tam bir sayısalcıydı anlayacağınız. Dedemin kütüphanesindeki maceram sayesinde benim farklı bir damarım vardı. Ve o damarım beslenmiyordu. Ben o damarın beslenmediğini anlamadığımdan kendim besleyemiyordum. Mesela depresif hissediyordum, çok hüzünlü hissediyordum, eve vereceğim enerjide eksiklik hissediyordum. Bunları sonradan anladım. Bu yüzden de şuna geleceğim, aslında fırsat olsa ve insanlar ev hayatını kendi içlerindeki niteliklere göre kurabilirseler, bir doktorun bir avukatla evlenmesi daha güzel bir şey. O mesleklere sahip oldukları için demiyorum. Belki aralarındaki altyapıda başka ortak noktalar vardır ve bir doktor bir avukatla evlendiğinde eve işini getiremiyordur değil mi? Çünkü doktor işinden çok bahsederse avukat sıkılır, avukat bahsederse doktor sıkılır ama iki mühendis evlendiğinde yemek sofrasında mühendislik konuşuluyorsa o evlilik beslenmemeye başlıyor. Demek ki, sonuçta ikimizin de beslenmesi gereken bu diğer yanlar beslenmiyormuş. Bence altta yatanlar buydu. Ayrıca gençken bizim vaktimiz de pek yoktu. “Sinemacılık kulübünde şu kişiyle tanıştım haydi biraz da onunla çıkayım.” gibi bir motivasyonumuz, bakış açımız olmamıştı gençken. Misal, sinemanın ortak zemin oluşturduğu bir evlilik olsa, belki çok güzel yürüyebilir, belki enerjisini oradan alır. Bence evlilikte enerji gerekiyor. Çünkü iki kişinin birbirini beslemesi gerekiyor. O besin olmadığı zaman rutinleşen hayat yetmiyor.

C: Teşekkürler hocam. Biraz da Türkiye’ye döndükten sonra mesleki hayatınızda neler olduğundan bahsedebilir misiniz?

D: 2004’te döndük ama ben ancak 2006’da yardımcı doçentliğe başladım. Ondan önce 2005’in birazcık sonuna doğru bir öğretim görevlisi olarak girmiştim ODTÜ’ye. Yurtdışında olan insanların, gurbetçi kesim diyelim, hep bir memleket özlemi vardır. Tekrardan Ankara’ya döndüm, farklı bir şehre dönmüş değildim. Ama dönünce kendi insanım hakkında çok yıkıcı şeyler gözlemledim. Bu aradaki süre boyunca, 93’ten 2004’e kadarki süre yani, 11 sene yurt dışındaydık. O 11 sene içinde bütün tatillerde Türkiye’ye geliyorduk. Özellikle de çocuğumuz olduktan sonra her tatilde ülkemize gidiyoruz ki o da Türkiye’yi tanıyabilsin. Ancak Türkiye gittikçe tanınmaz hale gelmişti, bir de üstüne mali kriz olmuştu. Türkiye’ye dönünce beni en çok yıkan şey ise şu oldu: Amerika’daki Türkler arasındaki müthiş bir dayanışma burada yoktu. Biz mesela doktoraya gittiğimizde elimizi kolumuzu sallayarak uçaktan inmedik. Bizi Türk kulübündekiler karşıladı. Bize usul de öğrettiler. Ondan sonra her şeyde birbirimizin yanındaydık. Taşınıyor muyuz, herkes gelir bir sandalye taşır, yemek mi yenecek, herkes masaya bir kap koyar. Böyle bir dayanışmaya alışmış olarak geldik. Yani ben memleketimdeki Türkleri de genel olarak öyle sanıyordum.

Annemlerle aynı binaya taşınmıştık, o bina da benim üniversiteyi bitirdiğim binaydı. O sırada iki çocuk var… Mesela birini acile götürmem gerekiyor, diğeri ise bebek daha, kendi başına duramaz. Evde bakıcım yok, bir komşuya bırakayım da 1 saat gidip geleyim diye düşünüyorsunuz, bu yardımlaşmayı arıyorsunuz ve bulamıyorsunuz. Üst-kentli dediğim grupta oluyor bunlar, varoşlar değil. Yoksa varoşlarda o dayanışmayı görebildiğinizi düşünüyorum. Hiç içinde yaşamamama rağmen filmlerden vs. bu izlenime kapılıyorum. Bizde böyle bir yardımlaşma yok. Sen kapıyı çalıp, “Ne olursun yarım saat çıkacağım, çocuğuma bakar mısın?” diyemiyorsun. “Burada daha çok Türk var, nasıl oluyor da biz bu kadar yardımsız kalıyoruz” diye düşündüm. Çalışmaya başladıktan sonra, bu durum çok daha zorlayıcı oldu. Ders hazırlamak, sınav vermek, ama bu esnada evdeki acil işlere yetişememek çok zordu.

Bir de döndüğün kenti çok farklı bulmak ve ona alışamamak…Bu da çok yıkıcı bir şeydi. Çünkü burada büyümüştüm. Ankara’nın ne kadar bozulduğunu görmek… Modernleşme adı altında o bizim tekdüze memur kentimizin yok oluşu… O memur kenti güzeldi. Ama döndüğümüzde aynalı parlak kuleler yapılmış, yakışmıyor. Çünkü bu kentin dokusu böyle değil. Kente ait hissetmemeye başladım. O zaman ait hissettiğim tek şey vardı, o da mavi otobüstü. Mavi otobüs hala bu kentin sokaklarında dolaşıyor. Benim şehrim, o mavi otobüstü, onun gittiği yerdi. Ben eşime sen git özel şirkette çalış dedim ama kendim için çalışma yeri olarak ODTÜ dışında başka bir yer göremedim. Zaten bu sebeple 1.5 sene sonra düzenimiz oturunca çalışmak için ODTÜ haricinde bir yere başvurmadım. Yine hasbelkader irrasyonel bir karar verdim. “Acaba çalışmaya başlasam mı?” diye düşünmeye başladığımda bir gece, “Ya ne olur,” dedim, “bir işaret gelsin…” İçten içe, metafiziksel bir şey bekliyorum. Bir ışık gelsin de bana bir yol göstersin, şuraya git desin, ben de oraya başvurayım falan gibi… (Gülüyor.) Ertesi sabah Nazife Baykal ODTÜ Enformatik Enstitüsünden aradı, oranın müdürü olmuştu. “Didem seninle bir konuşsak…” diyerek beni çağırdı. Öğrencilik yıllarından tanışıyorduk. Giderken mavi otobüse bindim. Nazife’nin yanına gidince bana “İşte bizim sağlık bilişimi bölümümüz var, orada öğretim görevlisi olarak başlasan, nasıl olur?” dedi. Ben o zaman Neşe ve Uğur hocaya danıştım. Bu arada 2005’te benim uzmanlık alanımda uzman hiç yoktu etrafta bunu söylemek isterim. fMRI çalışmış ve dersini veren kimse yoktu. Ankara’da değil, Türkiye’de de yoktu, onu da net olarak söyleyebilirim. Ama bir arayış ufaktan başlamıştı çünkü dünyada çok popülerleşmişti. Ben özgeçmişimde bundan bahsetmiştim. Ayrıca yine, “Database dersi verebilirim.” dedim, zaten her zaman benim yedek planım olmuştur bu konudaki tecrübem. Neşe hoca da Uğur hoca da bildiklerimin elektrikte değil de enformatikte daha rahat anlatılabileceğini söylediler. Ben de kararımı verdim.

Sağlık bilişimi bölümü iyi geldi bana çünkü hep tıp fakültesinde çalışmıştım. Tıp terminolojisine hakimdim. Hocalarla, doktorlarla konuşmada yabancı hissetmiyordum. Oysa mühendisler ve doktorlar arasında hep hafif bir gerilim olur. Birbirleriyle tam nasıl konuşacaklarını bilemezler. Bende öyle bir yabancılık hiç olmadı. Birazcık babamın doktor olması da fayda sağlamıştır herhalde, hatta doktor olmasından ziyade o kültüre aşina olmam yararlı olmuştur. Mesela nasıl şakalaştıkları, nasıl konuştukları, hocalarına abla abi demeleri… Örneğin enteresan bir anekdot anlatayım. Amerikan filmlerinde görürsünüz hani misafir gelir, sonra giderken “Hadi güle güle kapıyı biliyorsun değil mi” der ev sahibi. Misafir kendi başına kapıdan çıkar gider;bu bize genelde garip gelen davranıştır. Tıp fakülteleriyle ortak toplantılarımızda benzer bir şey dikkatimi çekti. Biz Tıp fakültesine gittiğimizde hocalar bizi kapıya kadar geçirirlerdi. Biz ise toplantı bitince hoşçakalın der, onlara kapıya kadar eşlik etmezdik. Mesela bu ODTÜ’de kimsenin dikkatini çekmediği halde benim dikkatimi çekti. Çünkü ben o kültürün içinde büyümüştüm, doktorların nasıl birlikte çalıştıklarını öğrenebildiğim bir kültürde yani. Çünkü adetler iletişim için önemlidir. Aslında benim yaptığım iş birliklerinde gözlemlediğime göre, partnerinin çalışma konusunu bilmekten ziyade onun kültürüyle barışık olmak önemli bir yer teşkil ediyor. Çünkü o kişi bir robot değil, insan. Toplantıda nasıl etkileşim kurulacağı, ne kadar verimli olacağı onun kültürüyle ortaklaşıp ortaklaşmamanızdan çok etkileniyor.

Tıp bilişimi, interdisipliner bir alandı. Bu tür etkileşimler çok oluyordu. Ben de orada kendimi rahat hissediyordum. Sonra tıp mensubu olup da biyoinformatik konusunda çalışan Yeşim Aydın Son hocanın aramıza katılması da çok iyi oldu. Çünkü kendi içimizde de tıp mensubu biri vardı artık. Dolayısıyla ben o bölüme girer girmez hemen oranın doğal bir üyesi haline dönüşebildim.

İlk fMRI dersini açtığımda 2005 güz dönemiydi. Başka hiçbir yerde yoktu ve çok aceleyle açılmış bir ders olduğunu şimdi anlıyorum. İlk verdiğim ders olduğu için, ayrıca benim de okuldaki ilk dönemim olduğu için eksikler vardı. O dersin her zaman uygulamalı bir tarafı oldu, ama ilk dönem bunu yapamamıştık. 2–3 sene içinde Türkiye’de fMRI konusunda çalışmaya başlayan kişilerle tanıştık. İlk iş ortağım, çok değer verdiğim hoca Ali Saffet Gönül bunlardan biriydi. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri bölümündeydi. Onunla beraber anatomik çizimler yaptık. Benim anatomi bilgim, onun psikiyatri bilgisiyle çok güzel örtüştü. Hala çalışmaya devam ediyoruz. Ayrıca mühendislerin biyofizikçiler ile de çok uyumlu çalıştığını söyleyebilirim. Süha Yağcıoğlu’nu burada analım, nur içinde yatsın. Onun sonradan EEG ve işitsel deneylere katkıları oldu. Ve tabii Cüneyt Göksoy, GATA Gülhane Askeri Tıp Akademisi biyofizikten… Derslerin uygulama kısmında GATA’da Cüneyt hocanın laboratuvarını ziyaret ederdik. Orada sanırım Şakir isminde bir hastabakıcı ya da bir çalışan vardı. İsmini tam hatırlamıyorum. Sağ olsun o hep denek olurdu; onun EEG ölçümünü alırdık. Biz her zaman önce ölçümleri kendimiz alıp sonra veriyi kullandık. Başkasının verisini hiç kullanmadık. Dışarıdan katkı olmasa veri toplayamazdık çünkü henüz Türkiye’de fMRI pratiği yoktu. Hep tıp fakülteleri ile koordineli çalıştık.

Burada Ergin Atalar hocaya da çok teşekkür etmeliyim. O bize UMRAM’ın kapılarını açtı, derslerimde orada fMRI verisi toplayıp pek çok uygulama yaptık. Sonrasında nöro görüntülemenin yanında ODTÜ’de başka derslerde açtım: fonksiyonel anatomi, bilişsel nörobilim, sistemsel nörobilim bunlardandır. Sistemsel nörobilim dersi Türkiye’de başka hiçbir yerde hala açılmamış olabilir, emin değilim. Sadece iki dönem verebildiğimiz bir dersti. Yıldırım Sara’nın labına ziyaretçi olduk. Mesela sıçandan EEG kaydını Yıldırım’ın labında almıştık. Her zaman uygulamalarımızı tıp fakültelerinde yaptık. Zaman zaman konuları esnetmeye, biraz genetik, biraz farmakolojik alanları işin içine katmaya çalıştım. Başkent üniversitesinden Belgin Ataç, Remzi Erdem bu derslerin kapsamında misafir olarak bizde ders verdiler. Karşılıklı olarak seminerlerimiz oluyordu. Bu seminerlerde Hayrünnisa Bolay Belen, Murat Özgören, Adile Öniz’le yakın dost olduk. 3 üniversiteyle ayrı ayrı araştırma protokolleri yaptık. Bu alanda bu kadar çalışmanın bana bir faydası oldu. Bu sayede doçentliğimi Öğrenme-Bilişsel-Biyo-Deneysel Psikoloji alanında aldım.

Ancak şunu söylemem gerek, ben sinirbilim alanında tıp fakülteleri kadar mühendisliğin de şart olduğunu her zaman açıkça dile getirdim. İleri nörogörüntüleme dersini bu yüzden açtım. Bu dersi alan insanların yüzde yetmişi bu alanı terk etme kararı alıyor. Çünkü teknik olarak her şeyin yanlış yapılmasının mümkün olduğunu gösteriyorum (fMRI veri toplama pratiği çok kirlidir, çok sorun çıkar). Bu kadar ders açılmasının doğal sonucu, bunun bir master ya da doktora programına dönüşmesiydi. Ancak bu kadar derse rağmen nörobilimi enformatik enstitüsünde sadece bir alt-dal olarak açabildik, çok uğraştığım halde programa dönüşemedi.

C: Hocam yanlış hatırlamıyorsam sizin meşhur bir anatomi dersiniz vardı.

Doğru hatırlıyorsun. Yukarıda saydığım her dersin ilk 3 haftası (dikkat çekerim ders saati değil, ilk 3 haftası) anatomidir. Anatomi, MR görüntüleri üzerinde uygulamalı olarak anlatılır ve sınavda ekrana gelen o anki görüntüden soru sorulur. Bunu ben bizzat yaparım, başkasına anlattırmam. Bütün anatomik yapılardan soru sorarım çünkü ben her zaman beyin anatomisini bilmenin önemli ve kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ben de bunu Florida’dayken Tiana Leonard’ın anatomi dersine bizzat laboratuvarında katılarak, kesitler üzerinde öğrendim. Vakumlanmış torbalarda gerçek beyinler vardı ve sınavda o kesitlerin üzerine bir iğne sapladıktan sonra, oranın neresi olduğunu soruyorlardı. Ben bunu yapamayacağım için sınavlarda MR görüntüleri üzerinden soruyordum. Nitekim bu derslerden herkes BA falan alabilir ama AA getirebilmeniz için anatomi de bilmeniz gerek; çünkü her zaman ilk sınavın ağırlıklı soruları anatomiden gelirdi. Zaten o bir turnusol gibidir. Özellikle de öyle yapıyordum. “Anatomi sevmeyen gitsin, bu ders ona göre değil!” gibi bir düşüncem vardı. Oraya çıkıp “Bakın amigdalanın bu bölgesi aktif olmuş aynı zamanda biz oksipital kortekste de böyle bir aktivite görüyoruz, bunların ilintisi şudur…” diyebilmek için doğru yeri parmakla göstermeniz lazım. Daha doğrusu onu tespit edebilmeniz lazım çünkü data çok kirli. Bir bakıyorsun bazen her yerde aktivasyon oluyor ve sen istatistiksel eşiği değiştirerek aktivasyonları süzgeçten geçiriyorsun. O noktada insanın içinde içgüdüsel olarak, “her görüntüde bu iki bölge birlikte aktif görünüyor, o halde burada önemli bir şey olabilir.” diyebilmesi çok önemli. Anatomi bilgisi olmadan bunu yapamayacağınızı düşünüyorum. Efsaneleşmiş kısmı odur. Bir seferinde bilgisayar bölümünden nörogörüntüleme dersini almaya 15 kişi falan gelmişti. Ders başladıktan iki hafta sonra 4 kişi kaldılar. Açıkçası buna hiç üzülmediğini söyleyebilirim.

Beyne bakıp da “Bu ne güzel bir şey!” dememiş insan yoktur bence. Ayrıca, söylemeliyim ki ben gelişimsel anatominin eksikliğini hissederim hep. Bende o bilgi yok. Mesela, nöral tüp diye bir şey var. Bebek anne rahmine düştükten sonra 4–6 hafta içinde oluşuyor. Bildiğiniz böyle boru gibi bir şeyden nöron göçü denen bir süreç başlıyor. Oradan nöronlar, minnacık minnacık tüpün çeperine doğru çıkıyorlar. Bunların arasındaki ilişkiden C şeklinde bir yapı oluşuyor. Dikkat edin, yan kesitten beyine bakın her şeyi böyle C şeklinde görürüz. Bu büyüme çok güzel bir şey! Beyin dört ayrı bölgeye ayrılıyor. Onların anatomik adları var. Sırf bunun izini sürseniz bile hayran kalırsınız. 7. ayında bebeğin beyni hemen hemen bütünüyle oluşmuş oluyor ama doğduktan sonra bu formasyonlar gelişmeye devam ediyor. İnanılmaz iki süreç var. Nöron yıkımı oluyor, ama bu faydalı bir şekilde oluyor. Şunu demek istiyorum, anatomi statik bir şey değil, anatomi dinamik bir şey ve o dinamizmin tümüne ben vakıf değilim. Ben statik yetişkin beynine hakimim. Diyelim ki çocuk yaptınız, 8 aylıkken beyninde nöron kaybı yaşanıyor. Bu inanılmaz bir olay! Nöron yıkımı aslında bebeğin beyninde kalanlar arasında bağlantısallığın güçlenmesini sağlıyor. Aynı nöron yıkımı, ergen beyninde oluyor. 13–16 yaş arasında ergen beyni gerçekten bir uzaylı beyni gibi, özellikle dorsal (yukarı kısımda) nöron yıkımı gerçekleşiyor. Son olarak yaşlanmadaki nöron yıkımı var ki o iyi bir şey değil. Bu arada bir parantez açıp kapayayım yaşlanmada nöron yıkımı olmayan tek bölge hipokampus. Bana mucizevi bir şey gibi geliyor bu zamanlamanın hep tıkır tıkır işliyor olması, beyindeki o dinamik değişimin bizim hayattaki işlevselliğimize katkısı daha doğrusu… Keşke Türkiye’deki programlarda bir kişi, mesela benim gibi birisi, anatomiyi dibine kadar yetişkin beyninde anlattıktan sonra bu sefer gelişimsel ve dinamik beyini anlatsa. O zaman kafamızdaki tüm resimler tamamlanır. Ve ben o dersi bu yaşımda almaya gönüllüyüm.

C: Türkiye’de uzun yıllardır yaşıyorsunuz ve bilişsel bilimin içindesiniz. Onunla bir oranda alakalı bir oranda da onun dışına çıkabilen bir alanda akademisyensiniz. Türkiye’deki akademi manzarasına dair kendi pencerenizden nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

D: Bilişsel bilim gözünden bakacak olursak yurtdışındaki gelişmelerin Türkiye’yle paralel olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki bilişsel bilimlerin gidişatı yurtdışındakinden pek de farklı değil. Yurtdışında da çok az üniversitede bilişsel bilim dersleri veriliyordu, burada da öyledir. Ancak yurtdışında interdisipliner olarak bulunması daha kolay diyebilirim. Türkiye’de interdisipliner olarak bilişsel bilimlerin var olmadığını söyleyebiliriz. Bu iddialı bir ifade, bunu açmak isterim. Mesela yurtdışında tıp fakültesi, mühendislik fakültesi hatta eğitim ya da temel bilimler fakülteleri altında “bilişsel bilimler” diye programlar bulabilirsiniz. Ama bu programlar arasında güçlü olanlar, interdisipliner çalışmayı başarı ile yapanlardır. Mesela Carnegie Mellon’un meşhur bir CNBC’si vardır. Rotasyona tabi dersleri vardır. Kimi programlar ise öğrenciyi okyanusa atarlar. İlk sene sonunda araştırma önerisi sunmayı zorunlu tutarlar; UCSD öyledir, suyun üstünde kalan mezun olur. Onlar için aslında doktora yeterlik sınavına eşdeğer bir süreçtir bu ve çok şey öğrenmeyi gerektirir. Bilişsel bilimler kendi başına ayrı bir bölümde, hatta lisans bölümü olarak kurulmuşsa bile içinde dallanmalar görürsünüz. Bilişsel bilimler altında nörobilim, veribilimi gibi ayrı yollar görürsünüz. Bu yolların başarıya ulaşabilmesi için o alandaki birinin orada ders veriyor olması ya da öyle bir hocanın o bölümde olması gerekir. Sonuç olarak bilişsel bilim manzarasına baktığınızda başarılı programların interdisipliner çalışmanın başarıyla yapıldığı yerlerde olduğunu görüyoruz. O da merkezler olabilir. Mesela CNBC’de farklı bölümlerin katkıda bulunduğu bir merkezleşme var. Nörobilimden ders alıyorsun, psikolojiden ders alıyorsun, mühendislikten alıyorsun ve bunları birleştirerek mezun oluyorsun. İnterdisiplinerliği bölüm içinde program kurarak sağlayamıyorsan o zaman bir merkezin etrafına hocaları birleştirerek sağlarsın. Türkiye’de bunun yapılamadığını görüyorum. Tıp fakültesinde nörobilim açılmışsa, onun altında bilişsel nörobilim çalışarak mezun olabiliyorsunuz. Ancak o zaman da tıp ağırlıklı gidiyor çalışma, mühendislik eksik oluyor. O programdan mezun olan birinin makine öğrenimi ile ilgili bir tez yapmasını ya da başarılı yayın yapmasını beklemek çok zor. Çünkü bu, interdisiplinerliği o kişinin kendi gövdesinde toplayamamasından oluşan bir sıkıntı. Türkiye’de bu iş hangi disiplin altında açıldıysa o disiplinin baskın olduğu bir şekilde bilişsel bilimler ilerliyor. Mesela psikolojide açılmışşsa ağırlıklı olarak bilişsel psikoloji görürsünüz, başka alanlar yok denecek kadar azdır. Veya programı kuranlar dilbilimciyse, hep o ağırlıklı olur, diğer konular geliştirilmez vesaire.

ODTÜ yıllarımda tamamen interdisipliner olacak birbilişsel nörobilim gündemi oluşturmaya çalıştım. İlk başlarda Bilişsel Bilimlerde hoca olan Bilge Say da bu konuda kafa yoruyordu. Nörobilimle ilişkili konularda Ali Saffet Gönül’ün de etkisi oldu. Tıp fakültesinde bir hocaydı o ve benimle sadece tıp konusunda da değil, interdisipliner olarak çalışmak istiyordu. Etrafımda böyle insanlar vardı. Böyle insanları bir araya getirip kendi başımıza interdisipliner bir oluşum yaratalım istemiştim. Bunu başlatacak kişi olarak da kendimi görmüştüm çünkü bu altyapıya sahip biriydim. Mühendislik kökenim vardı ama asistanlığımı tıp fakültesinde yapmıştım. Açıkça bahsetmedim ama doktora sonrası çalışmamı San Diego’da yaptım. Çok verimli değildi ama beyin anatomisi bilgimi orada geliştirdim. Otizm labında 3 sene çalıştım. Oradan yayınım çıkmadı; çocuğum oldu, ilgilenemedim. Ama o kültür ile yoğurulmuş bir insandım. Sonuç olarak alaylı biri olarak deneysel bilişsel psikoloji nasıl yapılır çok iyi biliyordum. Kontrol grupları nasıl kurulur, deney deseni nasıl yapılır falan. Doğal olarak bu işi başlatabilecek kişi olarak görmüştüm açıkçası kendimi. Ali Saffet Hoca, “Didem biz bunu neden Türkiye’de yapamıyoruz?” dedi. Sahi, neden Türkiye’de yurtdışındaki gibi interdisipliner bir programı çok büyük bir başarıyla yapamayalım? Zekâ var, bilgi var, her şey var ama bir şey eksik. O şeyi çok sonradan öğrendim. O da kültür.

İnterdisipliner bir şey yapabilmeniz için herkesin geri çekilebilmesi gerekir. Yani ben bazı nörolog ya da radyologlarla konuşacak kadar iyi anatomi biliyorum, onlar da benimle konuşacak kadar iyi nörogörüntüleme öğrenmiş. Programları kullanmayı öğreniyor ve kullanıyorlar. İki taraf da ön plana çıkmamaya hazırsa o zaman yürüyor bu iş. Ama herkeste yok bu özellik. Bilkent Üniversitesi hariç bir araştırma merkezi olup da buyurun canınızın istediği gibi fMRI çalışın diyen bir yer yok. Durum böyle olunca nasıl yapacağımızı düşünmeye başladık. 2007 yılıydı. Tıp fakültelerinde nörogörüntüleme radyologların hükümranlığı altında. Radyolog “Çekimi ben yapıyorum, demek ki bu çalışmanın sahibi benim” diye düşünüyor. Oysa analizi yapan programı sıfırdan biz yazmışız. Görüntü olmazsa ben zaten hiçbir şey yapamam ama karşı taraf ta bizim algoritmamızı kullanıyorsa buradaki emeği görmeli. Biz kendimiz yerli-milli (hani, şu anda çok revaçta ya bu söylem…) Difüzyon Tensor Imaging algoritması yapamaz mıyız? Cevap belli, tabii ki yapabiliriz. Fakat hemen ardından “Niçin yapamıyoruz?” diye sormak gerek (Yapamadığımız ortada, çünkü herkes başkasının yurtdışından gelen hazır programlarını, algoritmalarını vs. kullanıyor). Onun cevabı da hazır çünkü beraber çalışma kültürümüz eksik, birlikte çalışamıyoruz. İşte ben bu kültürü oluşturabileceğimizi sanmıştım ama oluşturamayacağımızı anlayınca içinden çıkmak zorunda kaldım.

Tek kişinin veya birkaç kişinin çabasıyla koskoca bir kültür oluşmuyor. Bu bağlamda geçmişimdeki basketçilikten örnek vereyim. Ben ilkokulda Ankara Koleji mini basket takımının iyi bir oyuncusuydum. Lisede takımda değildim ama devam etti basket sevgim. Basket oynarken öğrendim ki, yıldız sporcular biraz geri çekilmediği zaman takım bozuluyor, çünkü diğer kişiler de başarıya ortak olmak istiyor. Onlar hep pas veren kişi olmak istemiyorlar. Takımımıza Sumru geldi, cin gibi bir kızdı. O da iyi oynuyor ama ona da pas verilmesi lazım. Demek ki herkesin katılımı ve doyumu için iş bölümü ve paylaşım yapmak lazım, grup ruhunu hissetmek lazım. Bu grup ruhu olmadan olmuyor. Belki de takım çalışmasını çok küçük yaşta öğrenmiş olmanın bir faydasını görmüşümdür herhalde, bilemiyorum. Birlikte kazanabiliriz ya da birlikte kaybedebiliriz, iki türlü de tüm sorumluluk grubun. İşte bu noktada anlaşamıyoruz. Yoksa bilgi eksikliğimiz ya da çalışma eksikliğimiz yok ama bilen bilmeyen herkes ön plana çıkmak istiyor. Orada bir sıkıntı yaşadığımızı ve o sıkıntının kolay giderilemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bir süre içinde kaldığınızda, siz de ister istemez o kültüre uyum gösteriyor, bir parçası haline geliyorsunuz.

Bu durum bilişsel bilim alanına özel de değil, daha büyük bir kültürel eksiklik ne yazık ki. Örnek çoktur. Tavla dernekleri birbiriyle anlaşamaz, scuba programları birbirinin sertifikasını tanımaz, herkes kendi derneğini kurmak ister, çoksesliliğe tolerans yoktur, herkes en doğrusunu bilendir. Bu bizim kültürümüze özgü bir şey. Bu değişmediği sürece biz ortak çalışmada ilerleyemeyiz diye düşünüyorum. Yoksa açıkçası her şeyin yerli yapılmasından yanayım. Daha güzel yapabileceğimize de hiç kuşkum yok. Ama kültürel olarak sıkıntımız var. Bilişsel bilimlerde de aynı sıkıntının yansıması olduğunu söyleyebilirim. Ben özel olarak “Şu ders eksik, şunun olması gerekirdi, herkes Python öğrensin, herkes anatomi öğrensin vs…”demeyeceğim. Herkes önce hep birlikte çalışmayı öğrensin, birbirinin emeğine ve uzmanlığına saygı duymayı öğrensin, ondan sonra her şey olur…

C: Bilişsel bilime ilgi duyan kişiler için öneriniz var mı? İlgi duyandan kastım yeni başlayanlar olmak zorunda değil, alan dışından insanlar da olabilir. Herhangi bir öneri, dikkat çekmek istediğiniz herhangi bir şey var mı? Buna cevabınız “hayat dersi” gibi çok kapsamlı bir şey olabileceği gibi, bir kitap, bir film önerisi de olabilir. Açıkçası ucu açık haliyle bırakıyorum, siz nasıl cevap vermek istersiniz?

D: Burada çok net cevap verebilirim. Birincisi,“Bilişsel bilim çalışmalı mıyım, çalışsam işime yarar mı, bu konuda uzman olma yolunda doğru adımı atmış mıyım?” diyen herkes zaten altyapısal düşünce sürecini tamamlamıştır. Yani bilişsel bilimlere yakın durması, zaten senin sorduğun “Acaba film öneriniz olur mu, kitap öneriniz olur mu?” kısmını geride bıraktığını gösteriyor. Zaten çok ilginç filmler izlemiştir, kitaplar okumuştur ki bunu düşünmüştür.

İkincisi, bilişsel bilimler konusunda başarılı olmak için ne yapsın? Bunun cevabını da söyleyebilirim. Gelinen noktada eğer siz bilişsel bilimlere katkı verecek en ufak bir şey dahi yapmak istiyorsanız veri üzerinde çalışmanız lazım. Bu bir fareden toplanan veri olabilir, bir insandan toplanan veri olabilir, anket dahi olabilir ya da fiziksel-biyolojik bir veri olabilir… Böyle düşündüğümüz zaman ortaya çıkıyor ki, sizin altyapısal hazırlığınızda en önemlisi bir programlama dilini çok hâkim olarak biliyor ve kullanıyor olmanızdır. Tamam, hazır bir sürü paket var. Bizim zamanımızdaki gibi artık insanlar oturup Turbo Pascal ile program yazmıyor. Ancak hazır bu kadar araç olsa da, bunu ergin bir şekilde kullanabilmeniz için sizin teknik altyapınızın çok güçlü olması lazım, yoksa çok yanılırsınız çalışmalarınızda. Mesela şu anda tonla nörogörüntüleme algoritması var ve herkese açık. Ama analizi bitirdikten sonra “Acaba doğru mu yaptım, en doğru şeyi mi kullandım, yayınımda ne yazmalıyım, hangisi önemli…” gibi sorulara cevap verebilmenin tek yolu aslında hazır bir şey kullanmaktansa, hazır bir şey kullanınca iki ayda bitecek bir işi iki sene uğraşıp kendiniz yapmanız. Çünkü bu yolla yanılmazsınız. Ayrıca verinizle ilgili içgüdüsel bir kavrayış geliştirirsiniz. “Bu deneyi yaptım ama kontrol koşulunda şu olsaydı bu veriyi daha iyi analiz edebilirdim.” diyebilirsiniz. Bu ancak kendi verinizi en ince ayrıntısına kadar kendiniz analiz ettiğiniz zaman gerçekleşecektir. Bunu nasıl yapacaksınız? Uygun programlama dilini öğrenmekle yapacaksınız ama sadece hazır algoritmayı çalıştırmayı değil, onun da nasıl çalıştığını, hatta gerekirse kendin onu sıfırdan yazabilmeyi öğrenmelisiniz. Bence bu çok önemli. O zaman yanılmazsınız. Diyebilirsiniz ki, iki ayda yapılacak şey iki senede mi yapılır? Yapılır! Nedeni de şu ki; siz bizden 20 sene daha uzun yaşayacaksınız. Bizim yaş sınırımız 90’a dayandı. İnsanlar artık akademide 75–80 yaşında emekli oluyor. 90 yaşına kadar da okuyarak üretken şekilde yaşıyorlar, kitap yazan dahi var. Yani bizim 90’ları ittirdiğimiz, zorladığımız bir dönemde siz yüzü geçen yaşları göreceksiniz. İki sene nedir yani? İki senenizi bu uğurda kaybedin, hiçbir şey kaybetmiş olmazsınız. Benim önerim iyi bir programlama dilini güzel kullanmayı öğrenmek… Bu yönde sarf ettiğiniz çabayı çöpe atılmış bir şey olarak düşünmeyin, kullanmasanız dahi, bunun hazır bir programı doğru kullanmakta size katkısı olur.

Ayrıca yurtdışındaki kongreleri, öğrenci forumlarını takip etmenin de çok faydası olacağını düşünüyorum. Bir sürü öğrenci etkinlikleri var. Öğrenci networkü çok güçlü bir şey. Sadece kendi aranızda değil, yurtdışındaki arkadaşlarınız arasında da büyük bir iletişim ağı kurun. Neden biliyor musunuz? Mesela ben yeni bir çevreye girdim ama şimdi iletişim kurduğum kişiler yine öğrenciyken arkadaşım olan insanlar. Kimi bölüm başkanı oldu, kimi bölümünde doçent/profesör oldu, kiminin kendi labları oldu… Kimisi bir şirket kurdu, kimisi sıradan bir mühendis kalmaya özen gösterdi. LinkedIn gibi “business networkler” var ya, asla onlardan bahsetmiyorum. Başka bir şeyden, çok daha canlı, kıpır kıpır enerjisi olan bir iletişimden bahsediyorum. Canınız istediği an telefonu açıp arayabileceğiniz kişilerden bahsediyorum. Burada çarpıcı bir örnek vereyim. Boğaziçi’nden Cem Say benim çocukluktan arkadaşımdır. Biz Star Trek’le büyüdüğümüz yıllardan arkadaşızdır. Birbirimizi görmeyeli 15 sene falan geçtikten sonra Boğaziçi Üniversitesi önündeki çimenlerde buluştuk. O sene Star Trek’teki Scotty ölmüştü. Cem’i görünce ilk söylediğim şey “Abi başın sağ olsun Scotty’i kaybettik!” oldu. Yani, böylesine gönülden bir ilişkiden bahsediyorum. O ilişkiyi geliştirdiğiniz zaman sürüyor. Sizin ufkunuzu açacak olan şey; sizinle aynı soruyu soran kişiler. Niye biliyor musunuz? 10 yıl sonra bazısı akademisyen olacak, kimisi mühendis olacak, kimisi tıp doktoru-psikiyatrist olacak. Ondan da 10 yıl sonra bölüm başkanı olacak, kimisi hala çalışan bir mühendis olacak ama siz hala bu soruları, bu sinerjiyi ayakta tutabilmek için işte o kişilere ihtiyaç duyacaksınız. Öğrenci networkünüzü canlı tutmak çok önemli. O yüzden bu kurduğunuz girişime ben çok değer veriyorum.

Bir de eninde sonunda ders çalışmaktan bıkıp gerçek hayata çıkıp uygulama yapacağınız bir dönem gelecek. O uygulamayı yapacağınız zaman kimin yanına gideceğinizi iyi seçmeniz lazım. Ben kendi yolculuğumda hep hocaları takip ettim. Hayatımda “şu bölüme gideyim!” diye bir düşüncem, motivasyonum olmadı. Size de bunu öneririm. İnterdisipliner çalışan hoca bellidir. O tip hocaların yanında çalışırsanız, iki artı iki dört etmez o zaman. İki artı iki sizin için on eder. Çünkü o kişi kendi başına tek kişilik bir orkestra gibidir. Bir sürü şeyi birleştirmiştir zaten, size farklı açıları gösterebilir. Onun yaptığı deneylerde yer almak, onun labında çalışmış olmak sizi yönlendirir. Peki o hocayı nasıl bulacaksınız? Onu bulmanın da ipucunu vereyim; öğrencilerini takip edin, yayınlarına bakın. Bir kimsenin yayınları ilginizi çekiyorsa ve kendisi bir hocaysa direkt iletişime geçin. Eğer öğrenciyse, onun hocasının kim olduğunu öğrenip onunla iletişime geçmeniz gerekir. Belki emekli olmuştur, fark etmez, mümkünse yine de gidin konuşun. Onun vereceği yönlendirme hala sizin için çok değerlidir. Öğrencilerini takip ederek hocaya ulaşabilirsiniz. Eğer hocanın kendisi hala aktif ise o zaman da çok meşgul olup olmadığına, size vakit ayırıp ayıramayacağına bakmak, dikkat etmek gerek. Çok fazla projesi olan, labında çok fazla kişinin bulunduğu hocalar öğrencilerine yeterli vakti ayıramayabiliyor. Sizi çırak gibi “yetiştirecek” biri lazım. O kişi de mezun olmuş, labını kuralı da en az 4–5 sene falan olmuş, proje alabilmiş, 3–4 doktora öğrencisi, belki bir de doktora sonrası araştırmacısı olan bir hocaysa olabilir. Son olarak, bu kişinin yanında da altı ay — bir sene çalışmak ne yazık ki yetmez. Çünkü siz de uyum sağlayacaksınız. O kültürel uyum çok zor bir şey. O kişinin yanında 2–3 sene çalışırsanız o zaman üretken olabileceğiniz kapılar açılır.

C: Hocam çok teşekkür ederiz. Her soruya çok detaylı cevaplar verdiniz ayrıca bu özveri için de çok teşekkürler. Oldukça samimi, hoş ve detaylı bir söyleşi oldu.

D: Ben teşekkür ederim, size başarılar dilerim.

ChatGPT’nin En Zor İmtihanı: Şiir — Berkay Havuk

08/11/2023

Berkay Havuk, girişimci ve yazar. Teknoloji ve inovasyon alanlarında yazılar kaleme alan Havuk, girişimcilikte 5 yıllık bir deneyime sahiptir. Bir girişim stüdyosu olan StartupFabrika’nın ve

Read More »

Zihinsel Nedensellik Sorunu— Kognitif VikiMaraton

01/10/2021

Bu döküman 4 Eylül 2021 ‘de CogIST olarak Vikipedi Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz katkıların bir arşivi niteliğindedir. Vikipedideki maddeler sıklıkla değiştirilebildiği için, bu katkıların kendi payımıza düşen

Read More »

Duygu Modelleri — Jean-Marc Fellous

26/03/2023

Özgün Adı: Models of Emotion Editör: Neslihan Çalışkan İnsan duyguları büyük oranda özneldir ve deterministik değildir. Aynı uyaran farklı bireylerde farklı duyguları uyandırabilir ve aynı birey,

Read More »

Copyrights @2025 CogIST All Rights Reserved

Event Submission

Manuscript Submission

Privacy Policy

Distance Sales Agreement

Course Participation Agreement

Feedback Survey

Instagram Twitter Linkedin Youtube